16 Aralık 2017 Cumartesi

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 3

Emperyalistler-Arası İlişkiler: 
Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 3


ORTADOĞU

Emperyalistler arası mücadele deyince akla ilk gelen bölgelerden birisi herhalde Ortadoğu’dur. Zengin petrol kaynakları nedeniyle 1900’lerin başından beri Ortadoğu emperyalizmin hakim olmaya çalıştığı bir bölge olmuştur. İkinci Dünya savaşı’nın başına kadar doğuda İngiltere, Batıda ise Fransa Ortadoğuya hakim olmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kurulan dünyada ABD, adım adım bölgeye hakim olmuştur. Bölgede Nasır, ve Baas rejimleri gibi bağımsızlıkçı rejimlere karşın ABD emirlikler ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle tutunmaya çalışmış, Ortadoğu petrollerinin bu şekilde hakimi olmuştur. Bir yandan da İsrail vasıtasıyla bölgede önemli ve güçlü bir müttefik edinmiş, bu ülkeyi kendisi ayakta tutarak adeta bir askeri üs gibi kullanmıştır.


İsrail’in ABD açısından önemi bir askeri üs olmanın da ötesinde Arap birliğini baştan baltalayacak bir dışsal unsur olmasıdır. İsrail’in olduğu bir Ortadoğu, hiçbir şekilde bütünlüğe ve birliğe kavuşamaz. Ancak İsrail’in olmadığı bir Ortadoğuda Arapların birleşip bütünleşmesi de kolay olacaktır. Bilindiği gibi hiçbir konuda anlaşamayan Arap ülkeleri, bir tek İsrail karşıtlığında bir araya gelebilmektedir. ABD bunun bilincinde olarak İsrail’in ayakta durması için elinden geleni yapmaktadır.


1973 Petrol Krizi’nden sonra ABD’nin öğrendiği şey tamamen kendisinin yönetmediği bir Arap ülkesine sonuna kadar güvenilemeyeceğidir. ABD’nin 19737ten sonraki stratejisi, enerji kaynağı olarak Ortadoğuya bağımlı kalmama ve bölgedeki iktidarlarla uzlaşmak yerine kendi işbirlikçi rejimlerini bizzat kendisinin iktidara getirmek olmuştur.


ABD, 73’ten sonra Norveç Denizi ve Meksika Körfezi gibi alternatif petrol yataklarına yönelmiş. Ortadoğuya bağımlılığını azaltmıştır. Ancak, 90’lardan sonra Saddam Hüseyin’in ABD’ye kafa tutması ve Arap Birliği düşüncesini yeniden ortaya çıkarmasıyla birlikte, ABD, Irak’tan başlayan yeni bir Ortadoğu operasyonunun düğmesine de basmıştır. 11 Eylül’de mazlumların ABD’ye kafa tutması da bu operasyonun tetikleyicilerinden olmuştur. 11 Eylül benzeri bir eylemin bu sefer Irak gibi güçlü bir ordu ve potansiyele sahip bir ülke tarafından gerçekleştirilmesi korkusuna kapılan ABD, öncelikli davranıp kendisine kafa tuitan rejimleri ortadan kaldırma yoluna girişmiştir.


Irak operasyonunda Saddam gibi Amerikan aleyhtarlığıyla tanınmış ve tüm Ortadoğuda Amerikan karşıtı bir hava estirmeye çalışan bir lideri deviren ABD, Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı Kürt Devletiyle stratejik bir konum elde etmiştir. Kürt Devletiyle birlikte ABD bölgede önemli bir üs edinmiş bulunmaktadır. Kürt Devleti sayesinde, ABD bu devletin batısında Suriye, doğusunda Afganistan, Pakistan ve İran, güneyinde Irak ve Kuveyt, kuzeyinde ise Türkiye ve Kafkaslar’da etkin olacaktır. Gürcistan’da hakim olan ABD, İsrail ile Gürcistan arasında Kürdistan vasıtasıyla bir etkinlik kurmuş olacak, İsrail-Kürdistan-Gürcistan seddiyle Türkiye’yi Orta Asya’dan, Orta Asya’yı Avrupa’dan, İran’ı da Avrupa’dan ayıracak bir set kurmuş olacaktır.


ABD’nin bölgede etkin olmasını yollarından birisi klasik Turuncu Devrimdir. Kendi güdümüne girmeyi kabul etmeyen Emirlikleri, ortadan kaldırmakla tehdit etmekte, Filistin gibi ülkeleri Mahmut Abbas gibi işbirlikçi şahsiyetlerle kontrol altına almaya çalışmaktadır.


Son dönemde ABD önemli karın ağrılarından kurtulmuştur. Saddam’ı devirmiş, Filistin’de Arafat’ın ölümüyle boşalan liderliğe Mahmut Abbas gibi işbirlikçi ve uzlaşmacı birini getirmiştir. Ürdün’de de hakim olan ABD, böylece İsrail-Filistin-Ürdün-Irak hattını kurmaya başlamış ve Arap dünyasını kuzeyden adeta kuşatmıştır. Şimdi bu hattın güneyini hizaya sokmak kalmıştır. Mısır’da zaten ABD hakim durumdadır. Hüsnü Mübarek iktidarı ABD’nin tam da isteyeceği türde İsrail’li bile işbirliğinden çekinmeyen Amerikancı bir iktidardır. ABD’nin İsrail’den Irak’a kurduğu hat güneyde Suudi Arabistan, kuzeyde Suriye, doğuda ise İran için tehlike oluşturmaktadır. ABD, bu hattı kuzeye. Doğuya ve Batıya doğru genişlettiği ölçüde BOP’u başarıya ulaştırabilecektir.


Ortadoğuda Güçler Dengesi


ABD’nin bölgedeki varlığı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesine kadar uzanmaktadır. Özellikle İsrail’in kurulması ABD’nin bölgedeki etkinliğin önemli ölçüde arttırmıştır. Bölgede Çin’in hemen hemen hiçbir etkinliği bulunmamaktadır. AB ve Rusya’nın etkinlikleri ise sınırlıdır. Bu iki ülke, öncelikle İsrail’le iyi ilişkiler içinde değildir. Avrupa 1400’lü yıllardan beri süregelen Yahudi düşmanlığı nedeniyle İsrail’le tam anlamıyla bir ortaklık kuramamaktadır. Kurabilecek gibi de durmamaktadır. İsrail ve Filistin’deki Katolik ve Ortodoks Kiliselerin İsrail karşıtı olmasını da buna bağlayabiliriz. Rusya ise SSCB döneminden kalma soğuk ilişkilerini düzeltmeye çalışmaktadır. Rusya Türkiye’ye doğal gaz aktardığı Mavi Akım projesini İsrail’e kadar uzatmak istemektedir. Rusya ile İsrail arasındaki teknoloji ve ticari faaliyet de gün geçtikçe artmaktadır.


Bölgede AB’nin tutunabildiği tek ülke Suriye gibi gözükmektedir. Bunun da nedeni AB’nin bu ülkedeki etkinliğinden çok Suriye’nin ABD operasyonundan korkup AB ve Rusya’ya yanaşması oluşturmaktadır. Ancak Surieye’nin kuruluşundan beri bir Fransız etkisi olduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Fransa bu etkisini de sürdürmekte, Suriye’yi aynen Cezayir gibi kazara kaybettiği doğal sömürgesi görmektedir.


Ancak Ortadoğuda emperyalistler arasında bir çatışmanın olmasını beklemek doğru değildir. Öncelikle ne Rusya’nın ne de AB’nin bölgede tutunabileceği bir ülke bulunmamaktadır. Bu nedenle Ortadoğuda ABD ile çatışmanın bir zemini de bulunmamaktadır. AB ile Rusya’nın yapabildiği, ABD’nin operasyon düzenlediği ülkeleri el altından silah yardımı yaparak desteklemek ve dönem dönem ABD’nin operasyonlarını eleştirmekten öteye geçememektedir. Ancak ABD yine de bildiğini okuyabilmekte, AB ve Rusya’nın dediklerini kulakardı etmektedir.


Bu nedenle ABD’nin olası bir Suriye operasyonunda karısında Rusya ya da AB’yi bulacağının düşünmek biraz safça olur. Eğer Suriye AB ya da Rusya’nın yıllardır hakim olduğu bir ülke olmuş olsaydı, bu ülkeye düzenlenecek operasyonda iki kutup arasında bir hesaplaşmadan bahsedilebilirdi. Ancak AB’nin de Rusya’nın da yapabileceği Suriye’ye yönelik operasyona katılmayarak sessiz karşı çıkış göstermek ve ABD’nin kayıpla çıkacağı günü beklemektir.


AB ve Rusya’nın bölge üzerindeki ticari etkinliği de ABD’ye nazaran düşüktür. ABD İsrail ve Ürdün’le birlikte kurduğu ve diğer bölge ülkelerini de adım adım içine dahil etmek istediği MEFTA’da (Middle East Free Trade Area-Ortadoğu Serbest Ticaret Alanı) kendi ekonomik yapısına ülkeleri eklemlemektedir.


ABD’nin bölgeye bu kadar hırsla girdiği, ekonomik, siyasi ve askeri olarak bu kadar güçlü ve köklü olduğu Ortadoğuda AB ve Rusya’nın ona kafa tutması şimdilik mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD’nin İsrail-Irak hattını İran ve Suriye’yle zenginleştirmesi, Kürt Devleti üzerinden bölgede etkinlik kurması ve son olarak Suudi Arabistan’ı da ekleyerek bölgeyi tam olarak hakimiyeti altına alması beklenebilir. AB ve Rusya’nın manevraları tüm bu gelişmelerden, ABD’nin doğal gücünün sınırlarına ulaşmasından sonra gelecektir. AB ve Rusya o güne kadar anlaşılan ABD’ye karşı çıkmasa bile onaylamayacak, ticari etkinliklerini artırarak gelecek için yatırım yapacaktır.


Bu nedenle ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelteceği operasyona AB ve Rusya’nın karşı çıkmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Bu iki emperyalist kutup İran ve Suriye’yi savunmak yerine, aynen Irak’ta yaptıkları gibi, önce operasyonu eleştirecek, sonra da operasyon sonrası yeniden planlanan bölgelerde rant kapma mücadelesine girişecektir. Bu mücadeleye katılmak hem Rusya, hem de AB için gelecekte bölgede etkin olmanın koşulu haline gelmiştir.


Ortadoğuda bir çatışma beklenebilir mi? Çatışma kopacaksa Ortadoğuda kopmayacaktır. Ancak herhangi bir çatışma durumunda bundan Ortadoğunun da nasibini alması beklenen bir şeydir.


Hindistan ve Güney Asya


Hindistan, 1700’lü yıllardan beri emperyalizm için önemli bir ülkedir. Bu kıta büyüklüğündeki ülke, Batıya uzanan pek çok ticari yolun da ilk durağıdır. Hindistan’da hakimiyet İkinci Dünya Savaşı’na kadar tartışmasız İngiltere’deydi. Ancak bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaştı ve Nehru’nun önderliğinde sosyalist bağımsız Hindistan kuruldu. Hindistan Nehru döneminde Üçüncü Dünyacı rejimin en önemli örneklerinden biri sayıldı.


Hindistan büyük nüfusu, farklı etnik yapıları bir arada bulundurması nedeniyle etnik çatışmaların emperyalizm tarafından kolaylıkla tetiklendiği ülkelerden birisidir. Pakistan ve Bangladeş, Müslümanlarla Hindular arasında emperyalizm tarafından körüklenen çatışmalar neticesinde kurulmuş ülkelerdir.


Günümüzde ise, Hindistan’ın önemi farklıdır. Hindistan, nükleer silaha sahip ülkelerden birisi olarak emperyalistlerin her tür stratejisinde özel önem verdikleri ülkelerden birisidir. Ayrıca, Hindistan; Pakistan ve Çin’le sınır problemleri yaşamaktadır. Keşmir bölgesinde, bu üç ülkenin hakimiyet alanları hâlâ tartışma konusudur. Bu çatışmayı önemli kılan, üç ülkenin de nükleer silaha sahip olmasıdır.


Hindistan, Nehru dönemindeki bağımsızlıkçı Hindistan’dan çok uzaktadır. 1998’e kadar ülkeyi yöneten Nehru’nun partisi Kongre Partisi, 2004 yılına kadar iktidarı Hindu milliyetçisi partiye kaptırmıştır. Ancak her iki parti de emperyalist sisteme ülkeyi entegre etmiştir. Çin’e karşı Rusya, Pakistan’a karşı da İsrail’le işbirliği Hindistan’ın temel dış politika seçimlerinden olmuştur. Hindistan’ın Çin’le mücadelesi ve Rusya’yla yakınlaşması ABD’yi bu ülkeye karşı soğuk tutmuştur.


Ancak, 11 Eylül’den sonraki dünya konjonktüründe, Pakistan’daki Ladin’in popülaritesi, El Kaide türü örgütlerin bu ülkedeki varlığı, ABD’nin Pakistan’a karşı Hindistan’ı öne çıkarmasına neden olmuştur. Yıllarca sosyalist Hindistan’a karşı “Müslüman” Pakistan’ı destekleyen ABD, 2001’den sonra, bu tutumunu tersine çevirmiştir.


Hindistan’ın İsrail’le yıllık 2 milyar dolar hacme ulaşan silah ticareti bulunmaktadır. İki ülke arasındaki bu ilişki İsrail’in Etiyopya, Hindistan, Türkiye, İran gibi Arap olmayan ülkelerle işbirliğini geliştirmesini öngören “Dış Halka Doktrini” çerçevesinde oluşmaktadır. Özellikle İsrail Dışişleri Bakanı Peres’in Hindistan ziyareti bu ilişkiyi resmileştirmiştir.


Hindistan ABD ile olan ilişkisiniise ticaretten de öteye taşımış, teknolojik anlamda, ABD’nin önemli bir ortağı haline gelmiştir. Askeri anlamda da 2002 yılında ABD-Hindistan ortak tatbikatlar düzenlemeye başlamıştır.


Ancak Hindistan, ABD’den farklı seçenekleri de gözardı etmemektedir. Çin ile olan anlaşmazlıklarını çözmek için Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmayı düşünmektedir. Hali hazırda bu örgütün gözlemcisidir. Pakistan ile de ilişkilerini düzeltmeye çalışmakta, İran’da Hindistan’a döşenecek petrol boru hattında Pakistan’ın da kaçınılmaz olarak yer almasına ses çıkarmamaktadır. Hindistan, büyük yerel güç olma yolunu da izlemekte, Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeliği için aday olmaktadır.


Emperyalistler açısından Güney Asya, şöyle bir paylaşım yaşamaktadır. Hindistan üzerinde ABD’nin etkisi son dönem oldukça artmıştır. Nükleer silaha sahip ülkeleri tam anlamıyla kontrol altına alma yolunu izlemeye başlayan ABD, Hindistan’ı kendi yanına çekmek için elinden geleni yapmakta, bu ülkenin nükleer silah araştırmalarını kabullenmektedir. Hindistan Başbakanının son ABD gezisinde, ABD ve Hindistan stratejik ortaklık anlaşması imzalamıştır. Hindistan’a tutunan ABD, BOP ve Şer Ekseni doktriniyle oluşturmaya çalıştığı Fas’tan Kuzey Kore’ye güvenlik zincirinde önemli bir halkayı da tamamlamış bulunmaktadır. Ancak Hindistan yine de tam anlamıyla kontrol edilebilecek bir ülke değildir. Çok büyüktür ve olanakları çok geniştir. Ancak bu noktada ABD’nin avantajı ülkedeki iki büyük partinin de Amerikancı olmasıdır.


Doğu Avrupa


Doğu Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin kontrolü altında kalmış bölgedir. Bu bölgeyi ikiye ayırmak gerekiyor. Sovyet Avrupası denilebilecek bölgede Sovyetler Birliği’ne üye olmuş, ancak sonra bağımsızlığını kazanmış Ukrayna, Beyaz Rusya gibi ülkeler bulunmaktadır. Doğu Avrupa denilebilecek bölgede ise Sovyetler’in kontrolünde kalmış, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, kendi rejimlerin de değiştirmiş Polonya, Romanya gibi ülkeler.


Doğu Avrupa, 90’ların ilk yarısında ABD’nin önem verdiği bölgelerden birisiydi. Ancak ABD ile ABD arasındaki bir mutabakat sonucu bu bölgede AB’nin etkisi kesinlikle çok daha fazladır. ABD bu bölgeyi kendi sistemine entegre etmeye çalışmaktadır. Zaten Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını AB’ye üye olmuştur. Kalanların da üyelik süreçleri devam etmektedir. Sovyet Avrupası ülkeleri ise, henüz başlangıç aşamasında olmakla birlikte AB’ye aday üye durumundadırlar.


Bölgede çok azalmış olmakla birlikte bir Rus etkinliği hâlâ bulunmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinde Rus etkisi sıfıra yaklaşmıştır. Çünkü bu ülkelerin 90’lardaki kimlik kazanma sürecinde Rusya karşıtlığı önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasında ABD ve AB’nin gösterdiği destek, bu ülkeleri Rusya’ya karşı AB ve ABD’nin yanına itmiştir. Sovyet Avrupası ülkelerinde ise Rus etkisi biraz daha fazladır. Ukrayna’nın doğuda kalan yarısına Rusya hakimdir. Ancak ABD’nin düzenlediği Turuncu Devrim sonrasında ülke hakimiyetini kaptıran Rusya Doğu Ukrayna’da da tutanamaz olmuştur. Rusya’nın bölgede tutunabileceği yegane ülke Beyaz Rusya olarak kalmıştır. Rusya Beyaz Rusya’yla da entegrasyon görüşmeleri yapmaktadır. Beyaz Rusya ile ortak tatbikatlar düzenleyen Rusya, 2006 yılından itibaren de ortak para birimine geçmeyi düşünmektedir.


Doğu Avrupa’da emperyalistler arasındaki mücadeleyi kızıştıracak mesele, Rus etkisi değil AB-ABD çatışması olabilir. Bölge her ne kadar AB’nin etkisindeyse de, hatta AB’ye üyeyse de, ABD’nin bu bölgedeki etkinliği çok daha fazladır. ABD’nin bölgenin AB’e entegrasyonuna ses çıkarmamasının nedeni olarak da bu durum gösterilebilir. ABD AB’nin tam anlamıyla bir siyasi ve askeri birliğe dönüşmesini engellemek istemektedir. Bu nedenle kendi hakimiyeti altındaki ülkelerin de AB’ye katılmasını desteklemekte, böylelikle AB’yi içeriden parçalamayı hesaplamaktadır. AB içindeki İngiltere’nin de rolü budur.


ABD’nin ABB ile yaşayacağı bir hesaplaşma ancak Doğu Avrupa üzerinden başlayacaktır. Ancak, ABD’nin bu bölge üzerinde bir hesaplaşmaya girişmek yerine AB’yle uzlaşıp dünyanın kalanını sömürme niyeti de anlaşılmaktadır.


Bölgede ABD Rusya ile de karşı karşıya gelecektir. Ukrayna meselesinde Rusya geri adım atmak zorunda kalmış istemediği gelişmeleri sineye çekmiştir. Beyaz Rusya ABD için sıradaki ülkelerden birisidir. Beyaz Rusya, Rusya’nın en çok egemen olduğu, Rusya’yla bütünleşmeye gitmeyi bile düşünen ülkedir. Bu nedenle, Beyaz Rusya ancak bir Turuncu Devrimle Batı kutbuna çekilebilir. Bunun sinyalleri de geçtiğimiz seneden beri bulunmaktadır.


DİĞER BÖLGELER


Afrika


Bu büyük ve yer altı kaynakları bakımından zengin kıtanın kuzeyinde AB’nin hakimiyeti bulunmaktadır. Cezayir ve Tunus, Fransa’nın doğal uzantısı kabul ettiği ülkelerdir. Libya ise son birkaç yıldır ABD’ye karşı AB ile ilişkilerini ilerletmeye başlamıştır.


Ancak ABD’nin Kuzey Afrika stratejisi Mısır üzerinden Libya’ya uzanmak ve Cezayir’deki tüm dinci tehlikeyi bertaraf etmektir. Ancak bunun için öncelikle AB’nin bölgedeki gücünü kırmak zorundadır. Bu da anlaşılan zaman alacaktır.


Afrika’nın güney ve orta kesimlerinde ise ABD’nin tartışılmaz bir üstünlüğü bulunuyor. Nijerya ve Liberya gibi petrol ve maden zengini ülkelerde ABD’nin etkisi planlı bir şekilde artmaktadır. AB’nin ise Hollanda, Almanya, Fransa ve Portekiz gibi ülkelerin eski sömürgelerinde etkisi bulunmaktadır. Ancak bu ülkelerdeki etkisi de ABD’nin Afrika’da kurduğu Serbest Ticaret Anlaşması’yla adım adım kırılmaktadır.


Latin Amerika


ABD’nin etkinliği özellikle Orta Amerika’da yaygındır. Bu bölgedeki ülkelerin ekonomileri doğrudan ABD’ye bağımlıdır. Güney Amerika’da ise ABD’nin etkinliği azalmaktadır. Chavez iktidarı adım adım ABD’den bağımsızlığını ilan etmektedir. Hatta Chavez açık açık ABD’ye meydan okumaktadır. Bu noktada ABD bölgede Kolombiya’ya dayanmaktadır. Kolombiya’nın ekonomik gücü Venezüella’yla karşılaştırılmayacak durumdadır. Ancak askeri gücü ABD yardımlarıyla Venezüella’nın dört katına ulaşmıştır. Chavez de Kolombiya’da FARC gerillalarını destekleyerek Kolombiya’ya meydan okumaktadır. Chavez Çin, Rusya ve AB ile olan ekonomik ilişkilerini de geliştirmektedir. ABD’ye petrol satışını durdurarak da önemli bir adım atmıştır.


Güney Amerika’da ABD Kolombiya üzerinden Venezüella’ya bir saldırı düzenleyebilir. Bilindiği gibi Chavez tüm Turuncu Devrim girişimlerini başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Bu saldırıdan önce Venezüella Brezilya, Bolivya, Peru gibi bölgedeki diğer sol tandanslı hükümetlerle ortaklığını ilerleterek ve onları ABD’nin güdümünden çıkararak bir mevzi kazanma durumundadır. Güney Amerika diğer bölgelerden farklı gözükmektedir. ABD’ye direnen güç bir emperyalist ülke değil, devrimci liderliğe sahip bir ülkedir. Bu açıdan emperyalizme karşı mazlumların neler yapabileceğini güzel bir örneği olarak Venezüella’da önemli bir deneyim yaşanmaktadır.


III- Genel Gidişat: Emperyalistler Ne Yapacak


Dünya bir emperyalist savaşa doğru mu gidiyor? Emperyalistler arası ilişkiler bakımından üç olasılık bulunuyor: Paylaşma, çatışma, kamplaşma. Ancak bu üç olasılığın aslında birbiri ardına gerçekleşeceğini de söyleyebiliriz. Yani önce dünya paylaşılacak, sonra belli kesişme noktalarında çatışılacak, sonra da bu çatışmada güçlü olmak için kamplaşılacak.


Paylaşma şu an için en büyük olasılık gibi gözüküyor. Çünkü herhangi bir çatışma için Avrupa da, Çin de, Rusya da hazır değil gibi gözüküyor. ABD de dikkat edilirse, bu büyük güçlerle çatışacak adımlar atmaktan çekiniyor.


Üstelik emperyalist metropollerde, büyük güçlerin dünya hakimiyeti için çatışmasından ziyade “uluslararası terörizme ve fanatik İslamcılığa karşı ortak güvenlik perspektifleri” tartışılıyor. Bu yeni paradigma özellikle 11 Eylül’den sonra yaygınlaşmaya başladı ve mazlumlara karşı bir emperyalist cephenin de habercisi görünümünde.


Paylaşma


Bir paylaşma durumunda dünya hakimiyeti şu şekilde bölünebilir: ABD, BOP çerçevesinde Fas’tan Kore’ye kadar bölgede hakim olur. Kuzey Afrika, yine AB’nin kontrolünde kalır, ancak Mısır, Ürdün, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Endonezya, Kore, Japonya hattında ABD etkinliği olur. Bu hat ABD için Rusya ve Çin’i güneyden kuşatabilmek için gereklidir. Bu kuşatma, bir çatışma için değil, bu ülkelerin hakimiyet alanlarını daha da fazla genişletmelerini önlemek için yapılacaktır.


Bir uzlaşma durumunda ABD’nin Doğu Avrupa üzerindeki etkinliği, Polonya gibi AB üyesi ülkelerde AB ile, Ukrayna gibi eski Sovyet ülkelerinde ve Kafkaslar’da Rusya ile, Orta Asya’da ise Çin ve Rusya ile paylaşılacaktır. Böyle bir paylaşma durumunda ABD, Çin’in ve Rusya’nın tartışmasız hakim olduğu bölgelerde de söz sahibi olmuş olacak.


Çatışma


Ancak paylaşma durumundan sonra kaçınılmaz çatışma durumu gelecektir. ABD, yeni hakim olduğu bölgelerde, örneğin Orta Asya’da mevcut statükonun sarsılmasından dolayı, Rusya ve Çin ile çatışmaya girişebilir. Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’da ise ABD’nin etkinliğinin artması AB’nin hoşuna gitmeyebilir. Bu açıdan olası çatışma noktaları şunla olacaktır:


- İran: AB-Rusya ile ABD

- Kazakistan: Rusya ile Çin
- Kore: ABD ile Çin
- Suriye: AB ile ABD
- Libya: AB ile ABD
- Azerbaycan ve Ermenistan: ABD ile Rusya
- Polonya: AB ile Rusya
- Ukrayna: ABD ile Rusya

Bu çatışma noktalarının, silahlı çatışmaya yol açması söz konusu değildir. Çatışma derken çıkarların çatışmasından bahsediyoruz. Ancak çatışma noktalarında taraflardan birisinin direnmesi durumunda çatışma çatışma noktaları kendi komşularına doğru yayılabilir. Bir kaç çatışma noktasının birleşmesi durumunda ise silahlı hale de gelebilir. Örneğin İran ve Suriye üzerindeki çatışma Kürt Devleti ya da Türkiye üzerinden birleşirse, AB ile ABD kılıçları çekebilir. Ancak, çatışma noktalarında bu derece büyük hesaplaşmanın yaşanacağı en azından şimdilik pek mümkün gözükmemektedir. Kazanamayacağını anlayan emperyalist hemen geri adım atmakta, dikkatini başka alanlara yöneltmektedir.


Kamplaşma


Dört emperyalist kutup çatışmanın arttığı noktada kamplaşmaya girişecektir. ABD’ye karşı Rusya-Çin-AB kamplaşması olası senaryolardan birisidir. Ancak bu seçenek çok gerçekçi değildir. Rusya ve Çin arasındaki çatışma bölgeleri Orta Asya’da çok daha sıcak olacaktır. Gidişat da bu iki ülkenin ittifakını değil, hesaplaşmasını göstermektedir. Ancak yine de Rusya ile Çin arasındaki ilişkilerin eski dönemden belli farklılıklar yansıttığını görmek gerekmektedir. 18 Ağustos 2005’te başlayan Rus-Çin ortak askeri tatbikatı önemli bir gelişmedir. Ancak unutmamak gerekir ki, ne bu tatbikat ne de iki ülkenin de üye olduğu ŞİÖ, ABD’ye bir alternatif yaratma amacı taşımamaktadır. Zaten Rusya ve Çin askeri konularda dönem dönem ABD ile de işbirliğine girişmektedir. Bu yüzden Rusya-Çin ilişkilerinin gelişmesini çok abartmamak gerekir.


Rusya-Çin-AB ittifakı çok gerçekçi olmamakla birlike ABD’nin yayılma alanı bolarak belirlediği Ortadoğu ve Orta Asya’da tökezlediği anda bir gerçeklik haline gelebilir. ABD kaybetmeye başladığı anda, bu üç kutup birleşmek zorundadır. Aksi takdirde ABD’yi yenen mazlumlar olacaktır ve mazlumların yükseliş dönemi başlayacaktır. Halbuki tökezlediği anda ABD’yi geri adım attıran emperyalist bir kutup olduğu zaman ABD’nin kaybetmesi mazlumların lehine olmayacaktır. Kısacası ABD kaybetmeye başladığında boşamttığı alanlar ya bağımsız mazlum ülkeler tarafından ya da başka bir emperyalist kutup tarafından doldurulacaktır.


ABD-Çin İle Rusya-AB Kamplaşması


ABD’nin bir süre daha da kaybetmediği durumda ise kamplaşma farklı gerçekleşebilir. Bu durumda Rusya ya da Çin, ABD’nin yanında yer alabilir. Gözüken odur ki, Çin-ABD ilişkileri, Rusya-ABD ilişkilerinden daha iyi durumdadır. Çin, ABD ile ilişkilerinde çatışmaya girmemeye özen göstermektedir. Tekstil ihracatına kota getirme gibi olaylarda ABD’nin istekleri doğrultusunda davranmaktan ise çekinmemektedir. ABD’nin hareket alanları incelendiğinde ise görülecektir ki, ABD’nin yayılma alanı olarak belirlediği hiçbir alanda zaten Çin’in yeri bulunmamaktadır. Tersine, Çin de ABD gibi orta Asya’da Rusya egemenliğini kırıp kendine yaşam alanı yaratmak istemektedir. Dolayısıyla Rusya’ya karşı bir ABD-Çin ortaklığı daha olası gözükmektedir.


Rusya ise, ABD ile arasındaki ilişkiyi çatışmaya taşımaktan kaçınmaktadır. ABD’nin düzenlediği son üç turuncu devirminin üçü de Rusya’nın hakimiyet bölgesinde gerçekleşmiştir: Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan. Ancak Rusya bu devrimlere hiçbir yanıt vermemiş, sineye çekmiştir. Ancak, ABD’nin yayılma alanı Rusya’nın aleyhinde olduğuna göre, nereye kadar bu şekilde götürecektir? AB ise ABD ile uzlaştığı anda kendi kimliğini reddetmiş olacaktır. AB eğer bir emperyalist kutup olmak istiyorsa, ABD’ye meydan okumak zorundadır. Böyle bir durumda AB’nin belli bir ayrılabilir. Örneğin İngiltere, Polonya, Romanya gibi Amerikancı AB ülkeleri, ABD ile birlikte yer alabilirler.


Bu durumda kamplaşma şu şekilde olabilir. AB, Rusya ile, Çin ise ABD ile birlikte yer alacaktır. Bu noktada Japonya’nın nasıl bir tavır alacağı belli olmaz. Japonya, Çin’in kaybedeceği bir mücadelede daha kârlı çıkacağını düşünüp, AB ve Rusya ile birlikte yer alabilir. Ancak 45’ten beri ABD’nin kanatları altında gelişmiş bir Japonya, acaba ABD’ye cephe alabilir mi? Bu nedenle ABD-Çin kutbunun Çinhindi üzerinde egemenliği paylaşmayı vaat edip Japonya’yı yanına alarak genişlemesi de mümkündür.


AB-Rusya ittifakı Polonya ve Ukrayna’yı da içine alırsa gerçekten önemli bir güç olabilir. Çünkü bu iki ülke AB ile Rusya arasındaki sınırı oluşturmaktadır. ABD’nin Ukrayna’da düzenlediği Turuncu Devrimin önemi de işte bu noktada çıkmaktadır. Ukrayna ve Polonya’ya hakim olmak aslında AB-Rusya ittifakının gücünü azaltmak anlamına gelmektedir.


3. Dünya Savaşı Olur mu?


Peki bu kamplaşma yeni bir dünya savaşına neden olur mu? Her kamplaşma savaşla sonuçlanmaz. Üstelik, dünyada yeni bir dünya savaşı olasılığı da gittikçe azalıyor. Emperyalist güçlerin yayılma alanlarında bir diğeriyle çatışmaya girmemeye özen gösterdiği görülüyor. Eski dünya savaşlarıyla bugün arasında da önemli bir fark bulunmaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na bakarsak, bu iki savaşın da ortaya çıkmasının nedeninin, Almanya Japonya gibi emperyalist ülkelerin dünya üzerinde daha fazla hakim olma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle ilk dünya savaşında Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Doğu Avrupa, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hakimiyet alanı paylaşım mücadelesinin ana konusuydu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise bu alanlara Güneydoğu Asya ve Pasifik de katıldı. Her iki savaşta da paylaşım mücadelesinin ana aktörleri gibi gözüken Almanya ve İngiltere büyük zararlarla çıktılar. Almanya zaten dünya savaşlarını kaybettiği için zararlıydı. İngiltere ise hem savaşın ağır faturası, hem de yıkımı nedeniyle büyük zarar gördü. Üstelik ABD’nin iki dünya savaşından da büyük kazanımlarla çıkması İngiltere’nin eskiden hakim olduğu Ortadoğu gibi bölgelerde inisiyatifi ABD’ye kaptırmasına neden oldu.


İki Dünya Savaşı’nın da tartışmasız galibi ABD’dir. Bu galibiyetin nedeni olarak, ABD’nin iki savaşa da sonradan girmesi ve kendi anakarasında savaşmaması gösterilebilir. Bu nedenle ABD savaşın yıkımını en az düzeyde yaşamıştır. Bu gerçeğin farkında olan ABD, İngiltere’nin dünya savaşlarında düştüğü duruma düşmek istememekte, dünya çapındaki paylaşım mücadelesinin bir dünya savaşıyla sonuçlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadır.


Günümüzün iki dünya savaşı öncesi dönemden önemli bir farkı da emperyalistlerin yayılma durumudur. İki dünya savaşı öncesinde de yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan Japonya ve Almanya’ydı. Hakim ülke ise İngiltere’ydi. Dolayısıyla Alman ve Japon yayılması İngiltere’nin aleyhineydi. Böyle bir çatışmanın dünya savaşıyla sonuçlanması mümkündü. Halbuki günümüzde yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan emperyalist de dünyada daha çok hakimiyet alana sahip ülke de aynıdır: ABD. Bugün yayılma isteyen güç ABD, hakimiyet alanı daralan güç ise Rusya’dır. Rusya’nın mevcut durumun bozulmasına askeri bir yanıt vermesi de pek mümkün gözükmemektedir. Bunun yerine Rusya ABD ve AB ile ilişkilerini iyi tutarak, ABD’nin yayılmasını farklı yöntemlerle engelleme, ya da ABD’nin yayılma sürecinde hata yapmasını veya yenilgiye uğramasını bekleme taktiğini izlemektedir. Bu nedenle mevcut dünya sistemi içerisinde konumundan gayet memnun olan ABD’nin bu mevcut yapıyı değiştirecek savaş adımları atması mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD atak bir yapı gösterse bile, rakiplerinin dünya savaşına varacak tepkiler göstermesini engellemek için de çeşitli anlaşmalar ve uzlaşmalar yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın.


Nitekim gidişat da bunu göstermektedir. Bir yandan ABD Rusya’nın hakimiyet alanlarında at koştururken, diğer yandan Bush ile Putin ABD-Rusya ilişkileri tarihinin görmediği bir samimiyet ve işbirliği içerisinde görüşmeler yapmaktadır. AB ve NATO Rusya’yı içine alarak genişlemeyi tartışmaktadır. Dünyanın en zengin 7 ülkesinin birliği olan G-7’ler ise Rusya’yı da aralarına alarak Rusya’nın kapitalist-emperyalist dünya sistemi içinde merkez rol almasını kabullenmiş gözükmektedir. Bir sonraki adımın da Çin’in G-9 ismini alacak birliğe katılması beklenmektedir.


Bugünün, geçmiş dünya savaşlarından bir başka önemli farkı da, dünya ekonomik sisteminin geldiği noktadır. 1940’lara kadar emperyalist ülkelerin ekonomik konumlanışı birbirinin aleyhineydi. Herhangi bir emperyalist ülke ekonomik faaliyetini arttırmak istiyorsa, diğerinin faaliyetini durdurmak zorundaydı. Bugün ise dünya kapitalizmi büyük bir kapitalist entegrasyona doğru gitmektedir. Tüm emperyalist ülkeler birbirinin en önemli ticari ortaklarıdır aynı zamanda. Örneğin ABD ile AB arasındaki ticaret hacmi 700 milyar dolara ulaşmaktadır. ABD firmalarının Avrupa’daki doğrudan yatırımı ise 150 milyar dolara yaklaşmıştır. Emperyalistlerarası örgütlenme önemli ölçüde gelişmiştir. BM, emperyalistlerin dediklerinin dışına çıkmayan bir meşrulaştırma organına dönüşmüş, G-8, Dünya Ticaret Örgütü gibi birlikler de emperyalistler arası ekonomik ilişkileri arttırmış, adeta bir ekonomik işbirliğine dönüştürmüştür. Bu nedenle, mevcut ekonomik yapının devamı emperyalistler açısından daha önemlidir.


Emperyalistler arasında bir dünya savaşının çıkma olasılığının azlığını mazlumlar karşısındaki konumlanmalarından da görebiliriz. Mazlumlar coğrafyası üzerindeki hesaplaşma ve çelişmelerin, mazlumların aleyhine ittifaklarla sonuçlandığını görmemiz gerekiyor. Suriye, İran ve Irak’ta yaşananlar bu açıdan örnektir. Rusya’nın Irak’a, AB’nin ise İran ve Suriye’ye destek olacağı düşünülüyordu. Ancak AB de Rusya da bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelmek yerine, ABD’nin bölgeye yerleşmesini sessizce izlediler ve bölgedeki yeni oluşumda söz sahibi olmak istediklerini de açıkça belirttiler.


Mazlumlarin Yanıtı Ne Olacak?


Adım başı stratejik araştırma merkezinin (SAM) kurulduğu Türkiye’de, tüm merkezlerin ortak bir yanlışı vardır. SAM’ların dünyasında aktörler emperyalistlerle sınırlıdır. Dünyanın geçmişi de geleceği emperyalistler arasındaki mücadelelerin bir sonucudur. Halbuki, tarihin en önemli aktörü mazlumlardır. Tüm bu paylaşım mücadelesine mazlumların nasıl yanıt vereceği yanıtlamamız gereken bir sorundur.


Bu açıdan dünyanın geleceğine ilişkin iki temel bakıştan bahsedebiliriz: Mazlum gözlüğü, emperyalist gözlük. Emperyalist gözlük dünyayı emperyalist güçlerin paylaşım mücadelesinin yürüdüğü bir alan olarak görür. Bu bakış açısında mazlumların ne yaptığının ve ne yapacağının önemi yoktur. Zaten, mazlumların yanıtlarının ardında da başka bir emperyalist güç aranır. Hatırlayalım, bu anlayış 11 Eylül’ün arkasında da Rusya ve Çin’i aramıştı.


Mazlum gözlüğü ise, mazlumların emperyalist paylaşım mücadelesine nasıl bir yanıt vereceğini de hesaba katar. Emperyalist cepheden bakarsanız zaten dünya geleceği için tek bir gelecek olabilir: ABD hakimiyeti. Çünkü, Rusya’nın, AB’nin ya da Çin’in silahları ABD’yi alt etmek için henüz yeterli değildir. Ve emperyalistler arası mücadele açısından bakarsanız ABD şu an daha güçlü durumdadır. Diğer emperyalistler ise ABD’nin gücüne ulaşmak için uğraşmaktadır. Peki, öyleyse ABD neden diğerleriyle uzlaşma peşindedir? ABD’nin zayıf düştüğü nokta başkadır. ABD’ye Rus füzeleri zarar vermemektedir, ancak Iraklı çiftçinin av tüfeği ABD helikopterlerini düşürebilmiştir. Kısacası, ABD de, AB de, Rusya da Çin de bir mazlum direnişine karşı zayıftır. Aralarındaki gizli paylaşımlar, anlaşmaların nedeni budur. Aralarındaki çatışmanın ısrarla silahlı hale dönüşmemesinin nedeni de burada yatmaktadır.


Bugün ABD’ye karşı çıkan tek güç mazlumlardır. Bakın Afganistan’daki direnişçilere, Irak’a.. İran’da nükleer özgürlüğü için eylem yapanlara, Filistin’de ABD destekli siyonist işgale karşı direnenlere, İkiz Kulelere intihar saldırısı düzenleyenlere... Bugün AB mi ABD’ye karşı çıkar Rusya mı diye tartışanlara şu soruyu sormak istiyoruz: Son 10 yıldır emperyalistler ABD’ye tek kurşun sıktı mı? Biz mazlumlar adına yanıt verelim: Onlar sıkmadı ama biz sıktık... Öyleyse bugün ABD hegemonyasına karşı çıkacak tek gücün mazlumlar olduğunu, bu mücadelede de ABD’ye nazaran daha şanslı olduğunun altını çizelim.


Bir emperyalist diğeriyle aynı koşullarda savaşır. Bu yüzden tank sayısı, nükleer füze sayısı, asker sayısı, petrol kaynaklarına ulaşım emperyalistler arası mücadelede çok önemlidir. Ancak mazlumların emperyalistlerle olan mücadelesinde silahın değil insanın önemi ortaya çıkar. Iraklı köylü ABD helikopterini mavzeriyle düşürüverir. 11 Eylül’de plastik bıçaklarla uçağı kaçıran eylemci ABD’ye tarihinin en büyük zararını veriverir. Acaba Rusya’nın ya da AB’nin hangi füzesi benzer bir zararı verebilirdi?


Dolayısıyla, görmemiz gereken gerçek şudur ki, ABD’ye en büyük zararı mazlumlar verecektir. Öyleyse bizim bugünkü dünya tablosundan çıkarmamız gereken sonuç, emperyalistler arasındaki çelişkilerin arttığı, ancak tüm emperyalistlerin mazlum coğrafyayı sömürme ve paylaşma konusunda anlaştıkları olmalıdır. Buna mazlumların vereceği yanıt herhangi bir başka emperyalist kutbun ABD’yi durdurmasını beklemek değil, ABD’ye bir tek kendisinin karşı çıkabileceğini görüp, direnişe geçmek olmalıdır. Bugün AB-Rusya-Çin ilişkilerinin artmasını ABD’nin dünya egemenliğini engelleyeceğini düşünerek destekleyenler aslında mazlumların direnişine en büyük ihaneti yapmaktadır. Gözüken odur ki bugün mazlumların önündeki en büyük engellerden biri ABD ise, diğer de AB’ci, Rusçu, Çinci sahte kurtuluş reçeteleridir.


Mazlumların Direnişi Üçüncü Dünya Savaşının Ta Kendisidir


ABD’nin egemenliğinin artması senaryosu ancak mazlumlar ABD’ye karşı hiçbir şey yapamazsa gerçekleşebilir. Halbuki, özellikle Ortadoğu’da ABD emperyalizmine karşı bir Arap direnişi başlamıştır, Suriye ve Suudi Arabistan’a yönelik bir operasyonda bu direniş güçlenip birleşecektir. Orta Asya’da da Türk Birliği’ni amaçlayan bir kurtuluş mücadelesi başlayabilir. Latin Amerika’da ise Chavez önderliğinde bir antiemperyalist cephe inşa olabilir. Bu gibi durumlarda tüm senaryolar bir anda geçersiz olacak, dünya farklı bir noktaya gidecektir.


Mazlumların elindeki silahların farkındaa olması gerekmektedir. Örneğin, Hindistan, Pakistan gibi mazlum ülkeler ellerindeki nükleer silalları birbirine değil, emperyalistlere doğru doğrultmalıdır. Emperyalistlerin en büük korkusu nükleer silahların kendilerine karşı kullanılması ya da iki mazlum ülkenin birbiriyle girişeceği bir nükleer savaşa bulaşmalıdır. Bu nedenle ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler elinde nükleer silah bulunan ülkeleri ya sindirmeye (Kuzey kore örneğinde olduğu gibi) ya da kendi askeri-ekonomik güdümlerine almaya çalışmaktadır (Hindistan örneğinde olduğu gibi). Buna mazlumların vereceği yanıt elindeki nükleer teknolojiyi paylaşıp nükleer silahları tüm mazlum coğrafyaya yaymak olmalıdır.


Ancak nükleer silahlar mazlumların tek kurutuluşu değildir. Mazlumları güçlü yapan silahlarından öte haklılığıdır. Irak’taki çiftçinin helikopter düşüren tüfeği en güçlü silahtır. Mazlumlar bu gerçeğin bilincinde emperyalizme karşı bir direniş cephesi oluşturmalıdır.


Dolayısıyla, mazlumların kurtuluşu için emperyalistler arası çelişmelerin artmasını bekleyen hayalci görüşler yanlıştır. Dünya tarihinde devrimler emperyalistler arası çelişmelerin arttığı dönemlerde gerçekleşmemiştir. Bir devrim dalgası 1800’lerin başında Güney Amerika’da yaşanmıştı. Öncüsü Birinci Dünya Savaşının hemen ardında, bir diğeri ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından. Dolayısıyla mazlumların devrimleri çelişmelerin arttığı dönemlerde değil, emperyalistler arası çelişmelerin çözüldüğü savaş sonralarında yaşanmıştır.


Bugün de mazlumlara düşen emperyalistler arasındaki çelişmelerin artması sayesinde hareket alanı kazanmayı beklemek değil, emperyalistleri daha da zor duruma düşürecek direnişleri başlatmak olmalıdır. Bugün emperyalistler arasında bir Üçüncü Dünya Savaşını bekleyenlere mazlumlar coğrafyasına bakmalarını öneriyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı işte burada kopacak. Bu savaşta mazlumlara düşen, kendi arasındaki birlik ve beraberliği artırmak ve emperyalizmi bir sistem olarak yıkma perspektifine sahip olmak olmalıdır. Mazlumların bu Üçüncü Dünya Savaşını kazanmak için başka çareleri bulunmamaktadır.


Son tahlilde hiçbir emperyalist ülke tam bağımsızlığını kazanmak isteyen bir mazluma yardım etmemiştir. Dolayısıyla mazlumlar emperyalistler arasındaki çelişmelerin artmasını sevinerek karşılayan anlayışı ortadan kaldırmalı, mazlumları kurtaracak tek ideolojinin antiemperyalizm olduğunu unutmamalıdır.


* Ankara Üniversitesi Yükseklisans öğrencisi


http://www.turksolu.com.tr/ileri/26/erdem26.htm



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder