11 Nisan 2017 Salı

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 2


  Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 2


Batı merkezcilik, kaçınılması gereken bir sorun olarak kabul edildiğinde bu yaklaşımdan nasıl kaçınılması gerektiği konusu ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili çalışan akademisyenler bu soruna kendi zaviyelerinden çeşitli çözüm önerilerinde bulunmuşlardır. Batı merkezci yaklaşımla mücadelede üzerinde durulması gereken yöntemlerden biri toptancı bir yaklaşımdan ziyade tekil 
olarak yerel unsurlara odaklanmak ve müstakil olarak analiz edilen toplumların birbirleriyle olan etkileşimlerini ele almaktır. Post-modern çağın başat özelliklerinden birinin tarihin metalaşması olduğunu öne süren yaklaşım, anlamlı olan yegâne hikâyenin yerel hikâye olduğu görüşünü savunmaktadır (Lyotard, 1984). Örnek olarak Chakrabarty, Bangladeşlilerin toplumsal yaşamlarının 
Batı merkezci kategorilerle anlaşılamayacağını ve yerel kültüre odaklanılması gerektiğini savunmuştur. Buna göre Batı orjinli kategoriler modernitenin yalnızca bir veçhesini açıklayabilirdi. 

Farklı sosyal dokular, değişik aile pratikleri göz önünde bulundurulduğunda ise tek bir yaklaşım tüm bu karmaşık ve çok boyutlu yapıyı açıklamada yetersiz kalacaktı. (Chakrabarty, 2000). 

Ulus, kültür, kabile, çağdaşlaşma, medeniyet ve benzeri kategorilerin domine ettiği Marksist ve Weberyan sosyal teorilerin de Avrupa modernitesi orjinli oldukları ve Avrupa tarihinin referans alındığı ‘küresel’ geçmişler ürettiği savunulabilir. Bu yaklaşımların yeryüzündeki değişik toplumsal süreçleri açıklamakta yetersiz kaldığı noktada toplumlar arasındaki farklılıkları görmezden geldiği ve toplumları bir nevi homojenleştirmeye tabi tuttuğu görülmektedir. Bu noktada yapılagelen eleştirilerden en önemlisi ise bir ideoloji uğruna siyasi tarihin araçsallaştırılmasıdır. O ideolojinin açılımı ise Batı’nın, gelişimin ve ilerlemenin merkezi olarak konumlandırılıp geri kalan bölgelerde miskinliğin ve durgunluğun hüküm sürdüğü argumanının zımnen ya da alenen işlenmesidir. Bu 
noktada siyasi tarihin gerçekçi bir biçimde küreselleşmesi ve insanlığın zaman içindeki hikayesini anlayabilmek için yerküredeki tüm farklılıkların herhangi bir ideolojiden mahfuz tutularak analiz edilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Yerele, çeşitliliğe, farklılıklara ve heterojenleşmeye önem vermek bu anlamda önem arz etmektedir fakat bir toplumun içerisindeki farklılıklara vurgu yapmak 
kadar elzem diğer bir husus, toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin anlaşılmasıdır. Küresel siyasi tarih yazımında metalaşmış tarih yazımlarının ötesine geçebilmek ve siyasi tarihi tüm çeşitlilikleriyle ele almak gerekliliği hissedilmektedir. Günümüzde toplumların birbirleriyle olan etkileşimlerindeki artış, iletişim teknolojilerinin gelişimi, yeryüzündeki nüfusun artışı bu gerekliliği öne çıkarmaktadır. 

Bu yaklaşım yeryüzünün hiç bir zaman birbirinden kopuk toplumlardan oluşmadığını, etkileşimin ve toplumlar arası ilişkilerin insanlık tarihinin başından beri mevcut olduğunu ön görmektedir. Bu açıdan bakıldığında küresel siyasi tarih yazımı, evvelce ‘dönüşümcüler’ olarak belirtilen kesimin görüşlerine paralel bir şekilde küreselleşmeyi tamamen yeni bir olgu olarak görmemektedir. Buna 
göre küreselleşme bugünün, Soğuk Savaş sonrası dönemin ya da son yüzyılın bir ürünü değildir. İnsanlık tarihinin başından beri toplumların kendi toplumlarının ötesi ile etkileşime girdikleri görülmektedir. Coğrafi bir keşifi takiben girişilen ticari faaliyetler, coğrafi olarak çok uzak bir kıtadan taşınabilen virüsler sebebiyle ölümlerin yaşanması, çeşitli nitelik ve orjindeki dinlerin coğrafi olarak göreli uzak bölgelerde benimsenebilmesi küreselleşme kapsamında ele alınabilir. O halde küresel siyasi tarih; sosyal ve kültürel geleneği, toplumların birbiriyle ilişkilerini, birbirlerini domine etme ve sömürme gayretlerini, dinin toplumlardaki rolü gibi unsurları içermelidir. 

Herşeye rağmen küreselleşmenin tarihselleştirilmesinin mucizevi bir ilaç olduğu da düşünülmemelidir. Burada esas olan daha geniş bir dünyayı anlamak için gösterilen bir yaklaşımdan ibarettir. Bu yaklaşımla siyasi tarihe uzun erimli perspektiflerden bakılabilir ve makalenin başında sorulmuş olan soruda görüldüğü üzere tarihte yaşanan ‘tesadüflere’ açıklık getirilebilir. Küresel siyasi 
tarih yazımının kültürel perspektifleri yansıtması, Avrupa modernitesinin sıfır noktası olarak ön kabulünü reddetmesi ve bu yaklaşımı benimseyenlerin, klasik tarihçiliğin öncüsü kabul edilen Leopold von Ranke’den beri ele alınan konulardan fazlasını ele alması beklenmelidir. Bunlar da temel olarak kültürel ayrımların, yerel bilginin, tekil olarak toplumların deneyimlerini anlamak ve onların küresel düzen içerisindeki etkileşimlerini incelemek olarak özetlenebilir. Önümüzdeki dönemde, küresel tarih yazımı olarak özetlenebilecek süreçte, Batı merkezci siyasi tarih anlayışına alternatif olarak bu yönde bir perspektifin akademyada konsolide olması beklenebilir. 

Ulus Devlet Odaklı Yaklaşım 

Yaşadığımız çağ, bugüne dek siyasi tarihçiliğin cevap veremediği bazı kronik sorunların aşılması noktasında adımlar atılması gerekliliğini ortaya çıkmıştır. Yaşanan güncel hadiseler, bilginin, dinin, kültürlerin, ekonominin, krizlerin, ticaretin ve hatta terörün yükselen bir ivmeyle küresel bir boyut 
kazanması, siyasi tarihçiliği küresel yönde bir dönüşüme teşvik etmektedir. 

Kökleri Vestfalya anlaşmasına dayandırılsa da 19. Yüzyılda ivme kazanan milliyetçilik kavramının günümüzde eskisinden daha fazla yaygın olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Siyasi tarihçilerin milliyetçilik kavramı ile başetme gereklilikleri ya da böyle bir gerekliliğin olup olmadığı da tartışılmaya devam edilmektedir. Siyasi tarihçiliğin kasıtlı olarak en çok gösterdiği zaaflarından belki 
de başında gelen milliyetçilik kavramının diğer bir deyişle tek bir ulusa odaklanma alışkanlığının yeni çağın siyasi tarih yazımında tamamen elimine olacağı önermesine kuşkuyla yaklaşmak gerekir. 

Başka bir deyişle siyasi tarihin önümüzdeki dönemde de ulus inşasına devam etmesi ve devletlerin kimlik oluşturma politikalarına hizmet etmeyi sürdürmesi beklenmelidir. Ulus devletlerin yaşamlarını idame edebilmeleri için gereken çerçeveyi siyasi tarih yardımıyla oluşturmalarının, tek bir merkezden, eğitim bakanlıkları aracılığıyla yazılan siyasi tarih ders kitaplarının, hazırlanan müfredatlarının belirli nispetlerde eski sistemle süreceği ön görülebilir. 

Buna rağmen yeni çağın siyasi tarih anlayışının, ulus devleti merkeze alan anlayıştan milim sapma göstermeyeceğine yönelik bir tablo çizmek için de eldeki bir çok veriyi dikkate almamak gerekmektedir. Yeni çağın siyasi tarihinin, ulusların ve toplumların nezdinde eşanlı olarak yazılmasında önemli motivasyonlar bulunmaktadır. Facebook, Twitter, Instagram, Periscope gibi 
sosyal medya araçları kanalıyla, elektronik ticaret, medya iletişim sistemleri, turizm, uluslararası finans gibi unsurlar vesilesiyle insanlığın iletişiminin eskiye nispetle çok daha yaygın hale gelmesi, insanlığın ortak bir geçmişinin yazımına ihtiyaç duyulmasına yol açmaktadır. Bu anlayışla, motivasyonu ortak bir gezegen olan siyasi tarihçilerin öne çıkmaları ve bu ihtiyaca cevap vermeleri 
beklenmelidir. 

Günümüzde siyasi tarihin halen Batılı anlamdaki modern ve göreli güçlü devletler ekseninde yazıldığı görülmektedir. Siyasi tarihte kavramsallaştırılan devlet, belirli sınırları olan ve bu sınırlar içerisinde egemenliğini tam manasıyla egzersiz edebilen bir aygıttır. Bu tanım, sınırları içinde zorlayıcı güç unsurlarını tekeline almayı başarmış, yani meşru şiddet unsurlarını devlet aygıtından 
başka kullananın olmadığı bir tanımdır (Weber, 1978). 

Ne var ki küreselleşme denilen süreç, devletlerin egemenliklerinden ödün verme eğiliminde olduklarını göstermektedir. Günümüzde Weberyan bir tanımla ifade edilen devletlerin egemenliklerinden ödün verme ve zaman zaman vazgeçme pahasına yaşamlarını idame ettirdikleri görülmektedir. Bugün ulus devlet olarak nitelendirilen entititelerin büyük bir kısmının kendi sınırları içerisindeki tüm bölgelerde zorlayıcı gücünü eksersiz edemediklerini, yönetimlerin merkezde ürettiği politikaları ve kanunları, o sınırların içindeki tüm bölgelere uygulama kabiliyetine sahip olmadıkları görülmektedir. 

Brezilya’nın Amazon bölgesindeki kontrol zaafiyeti, Kenya’nın kuzeydoğusundaki ve Güney İtalya’da belirli bölgeler, Nijerya ve Kamerun’da Boko Haram örgütünün kontrolünde olan bölgeler örnek olarak gösterilebilir. Ulus devletlerin sınırları içerisindeki bölgelerde tam olarak kontrol sağlayamamaları yeni bir kavramın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Devletin zaafiyet gösterdiği 
alanları tanımlamak için ‘devletin sınırlı olduğu bölgeler’ (areas of limited of statehood) kavramı, ihtiyaca cevap vermek üzere kullanılmaya başlanmıştır (Risse-Kappen, 2011). Dünya geneline bakıldığında devletlerin kahir ekseriyetinin, merkezi politikalarını sınırları içerisindeki bölgelerin tamamında uygulayamadıkları, zorlayıcı güç araçlarını tekellerine alma kapasitesine sahip olmadıkları görülmektedir. Ulus devletlerin yetersiz kaldıkları ölçüde ortaya çıkan boşlukları; Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlerin, DAEŞ ve Boko Haram gibi terör örgütlerinin doldurdukları görülmektedir. 

Uluslararası ilişkiler teorileri perspektifinden bakıldığında ise ulus devletleri uluslararası sistemin tek hakimi olarak görme eğiliminde olan realist teorisyenlerin görüşlerinin ekonomik etkileşim ve karşılıklı bağımlılık teorilerini öne çıkaran neorealist akademisyenler tarafından belli ölçüde kadük hale getirildikleri savunulabilir (Waltz, 2000). Buna mukabil ulus devletlerin güçlerinin ve devletlerin menfaatlerinin küresel düzeni belirli ölçülerde şekillendirmeye devam etmeleri de beklenmelidir. 

Küreselleşme tartışmalarının zaman zaman tarihsel bir bakıştan yoksun olarak sanki sadece bugünün bir kavramı olduğu varsayımıyla yapıldığı görülmektedir. Bu noktada küreselleşmeye derinlik kazandırma ve gezegenin ortak tarihini bir bütün olarak ele alma noktasında siyasi tarihçilere önemli görevler düşmektedir. Tüm bu tartışmalardan elde edilecek olan kazanımlar, ulusal devlet ekseninde 
ilerleyegelen siyasi tarih diskurunu tamamen lağvetmese de dönüşüme zorlayabilir. Böylece Ranke’nin yüz elli yıldır değiştirilmeden alıp uygulanan yöntemlerinin ötesine geçilebilir (Hopkins, 1999). 

Siyasi tarih disiplininde ulus devlet eksenli tarih yazımının ötesine geçebilen çalışmaların, toplumların sosyal ve kültürel yapılarını da tarihselleştirme gayreti içinde oldukları görülmektedir. Bu yaklaşımda siyasi kurumların, sosyal yapıların, kültürel geleneklerin, dini inançların, teknolojik yeniliklerin ve hatta insan duygularının dahi tarihselleştirildiği görülmüştür. Önümüzdeki dönemde küresel siyasi tarih çalışmalarında benzer şekilde bu kazanımların uygulanmalarının devamı, çalışmaların yalnızca siyasi ve sosyal elitleri değil; kadınları, işçileri, köylüleri, köleleri ve diğer bastırılmış grupları da kapsamaları beklenmelidir. 

Küreselleşmenin insanlık tarihinin başından beri varolduğunu reddeden, bu kavramın Soğuk Savaş ertesinde ortaya çıkan yeni bir fenomen olduğunu iddia edenler dahi bu kavramın köklerinin çok eskilerde olduğunu yadsımamaktadırlar. 

Bu noktada tarihçilerin siyasi tarihi küreselleştirmek için neden bu kadar bekledikleri sorusu da önem arz etmektedir. Bunun başlıca sebebinin, siyasitarih disiplininin şiddetli bir milliyetçiliğin yaşandığı ve Avrupa’daki ulus devlet inşası sürecinde ortaya çıkmış olduğu savunulabilir. Bu çerçevede profesyonel siyasi tarihçilerin hususi olarak ulus devletlerin tarihini yazmaları şaşırtıcı değildir. Siyasi tarih disiplini dönemin ruhuna uygun bir biçimde yalnızca tek bir ulus devletin kurulumuna, kurumlarına, anayasalarına, kültürel geleneklerine, toplu deneyimlerine, komşu devletlerle ilişkilerine, düşüşlerine ve yükselme süreçlerine odaklanmıştır. Siyasi tarihçiler tüm dikkatlerini ulus devletlere yöneltmişler ve inşa sürecindeki ulus devlet tahayyüllerine uygun olarak toplumları bunun üzerinden izaha kalkmışlardır. Benedict Anderson, Eric Hobsbawm, Ernest Gellner gibi milliyetçilik teorisyenleri ulus devletin suni bir entite olduğu ve yaratılmış bir kavram olduğu konusunda uzlaşmış görünmektedirler. Çalışmalarında ulus devleti odak noktası olarak konumlandırmalarına rağmen, ulus devletlerin aslında spiritüel maddeler olduklarını itiraf eden klasik siyasi tarihçiler de mevcuttur (Ranke, 2011). 

Diğer yandan sosyal, kültürel, dini, etnik, ırksal grupların ise ulus devletler gibi suni değil fakat doğal bir sürecin ürünü oldukları savunulabilir. Ne var ki bu kavramlar siyasi tarihçilikte kendine ya yer bulamamışlardır ya da ulus devlete nispetle son derece sınırlı bir yer bulabilmişlerdir. Bu gibi sebeplerden ötürü ulus devlete bu denli ağırlık veren perspektifin bir çeşit devlet tapınmacılığı 
olduğunu savunanlar mevcuttur (Novick, 1988). Erken siyasi tarihçiler ulusal topluluklara kendi oluşumlarını meşrulaştıran jenealojiler sunmuşlardır (Duara, 1995). Karşılığında ise ulus devletler bu profesyonel tarihçileri ödüllendir mişlerdir. Ödül müessesesi; üniversitelerin finansal olarak desteklenmeleri, tarih bölümünde kürsülerin açılmaları, ulusal toplumları dikkate alan çalışmaların 
yapılmaları için arşiv kaynaklarının sağlanmaları, tarihi dökümanların basılması için gerekli fonların yaratılmaları ve bu kaynakların okulların müfredatlarına geçirilmesi şeklinde teşekkül etmiştir. Bu açıdan bakıldığında siyasi tarihçiliğin ulus devletin kurulum ve hayatını idame ettirmesi gibi süreçlerinin suni bir aracı olduğu savunulabilir. 

Günümüzde küresel tarih popülerlik kazanırken klasik perspektifle ele alınan dünya tarihinin yazım yöntemlerinin yeni ihtiyaçların oluşmasına binaen miadını doldurduğuna dair sinyaller kendilerini hissettirmektedirler. Küresel tarih yaklaşımı, disiplindeki çalışmalarda yeni bir alan olarak görülmektedir. Bu alanda medeniyetler ve kültürler arasındaki bağlantılara yapılan vurguların artması ve belirtildiği üzere tek yönlü ulus devlet bakış açısının kırılmasına yönelik bir eğilim görülmektedir. 

Modernleşme Teorisi Eksenli Yaklaşım 

Bir önceki bölümde belirtildiği gibi siyasi tarih disiplinin teşekkül etmesinde ulus devlet inşasına katkı sunmaya yönelik yapılmış çalışmalar dikkat çekmektedirler. Bunun dışında makalenin başında belirtildiği üzere, siyasi tarihçilerin insanlığın gelişimine ilişkin sorular sormaları, disiplinin gelişmesi açısından önem arz etmektedir. Ne var ki siyasi tarihçilik alanında klasik modernleşme teorilerinin, 
disiplinin gelişiminin tek yönlü ilerlemesine vesile oldukları savunulabilir. Karl Marks ve W. W. Rostow gibi isimlerin insanlık tarihini modern endüstriyel kapitalizmle noktalanan bir maraton koşusu olarak görmeleri bu açıdan dikkat çekicidir. Bu yaklaşımı benimseyenler belirtilen maraton koşusunda kimin kazanıp kimin kaybettiği şeklinde listeler çıkarmaktalar ve listeyi bugün geçerliliğini belli ölçülerde yitirmiş olan ulus devletler arasından yapmaktadırlar (Hunt, 2014). Diğer yandan tüm toplumların nihayet demokrasiyle ‘taçlanacak’ olan bir gelişme sürecinde oldukları yanılgısı da disipline ilişkin bir başka zaafiyet olarak öne çıkmaktadır. 

1990’ların sonundan itibaren modernist perspektiften sapmaların meydana geldiği görülmektedir. Modernist yaklaşım her sorunun tek bir cevabı ve tek bir doğrusunun olduğunu savunmaktaydı. Post-modern dünyada ise bir soruya birden çok açıdan yaklaşmak mümkündü ve tek bir doğru cevabın olduğunu öngören yaklaşım aşılmaktaydı. 

Bu çalışmada, küresel siyasi tarih yazımında beklenen dönüşüm ve süreklilikler alt başlıklar halinde müstakil olarak ele alınmışsa da bu kavramların aralarında kuvvetli ilintilerin bulunduklarını belirtmek önem arz etmektedir. Modernist yorumu, Batı merkezci bir bakıştan muaf olarak düşünmek gerçekçi olmayacaktır. Bu yaklaşım, zımnen Avrupalıların yeryüzündeki diğer tüm toplumlardan daha evvel ilerleme kaydettiklerini ve bu ilerlemeleri sayesinde elde ettiği ‘kazanımları’ sömürgeler yoluyla dünyaya yayma çabasında olduklarını savunmaktadır. Post-modernist yorumun ise her konuya olduğu gibi siyasi tarih konusuna da yeni bakış açıları kazandırması kaçınılmaz olmuştur. Böylece Batı merkezci tarih anlayışından ve geçmişin modernist perspektifinden farklı yaklaşımlar öne çıkmaya başlamıştır. Bu yaklaşımda dünya tarihini bildik ezberlerle ve modernist teori gibi tek bir veçheden ele almaktan ziyade, tüm kültürleri ve ülkeleri ayrı ayrı ele alan ve kültürler arası ilişkileri yansıtan bir küresel tarih yazımı öne çıkmıştır. Bu durumun, üniversitelerde ilgili birimlerin isimlerine de yansıdığı, dünya tarihinden ziyade küresel bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 

Örnekse 

ABD’nin Georgetown Üniversitesi’nde Tarih Bölümü bünyesinde ‘Küresel Tarih Enstitüsü’nün kuruluş tarihi 2013 olarak görünmektedir. Princeton Üniversitesi bünyesindeki ‘Küresel Tarih Laboratuvarı’, Harvard Üniversitesi’nde bulunan ‘Weatherhead Katkılarıyla kurulan Küresel Tarih Girişimi’, Berkeley Üniversitesi ’nde düzenlenen ‘Küresel Tarih Serisi’, Michigan Üniversitesi’nde bulunan ‘Küresel Tarih Yandal Programı’ aynı anlayışın farklı tezahürleri olarak telakki edilebilirler. 

Bu bakış açısıyla birçok üniversitede ‘dünya tarihi’ olarak okutulan derslerin isimlerinin de ‘küresel tarih’ olarak değiştirildikleri gözlenmiştir. Bu durum yalnızca zarfta değil mazrufta da bir değişikliğe işaret etmektedir. Siyasi tarihin gerekliliklerinin değişime uğradıkları ölçüde üniversitelerdeki müfredatların da bundan etkilenmeleri kaçınılmaz olmuştur. Bu anlayışla çeşitli küresel tarih kitapları basılmaya başlanmıştır. 

Siyasi tarih disiplini bir önceki bölümde belirtildiği üzere 19. Yüzyıldan itibaren milliyetçilik ile beraber şekillenmiştir (Anderson, 2006). Milliyetçilik teorisyenlerine göre tarih, gerçeklere riayet edecek şekilde yazılmamış fakat suni bir şekilde fabrike edilmiştir. Siyasi tarih yazımının 20. yüzyılda ise uluslararası dengeler, Rusya ve ABD arasında yaşanan Soğuk Savaş süreci gözetilerek gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu süreçte demokrasi ve liberal değerler, nihai olarak tüm toplumların ulaşması gereken hedefler olarak belirlenmişlerdir. Siyasi tarih yazımının da bu hedefler doğrultusunda hizalanmasına yönelik adımlar atılmıştır. “Tarihin Sonu” argümanında ABD’li bir akademisyen, dünyada liberal değerlerin ve demokrasinin artık hakim değerler haline geldiğini savunmuştur. Buna göre tarihin sonu gelmiş, bundan böyle tarihin şekillenmesinde farklı bir gelişme beklenmemesi gerektiği belirtilmiştir (Fukuyama, 2006). Böylece dünyada değerler ve siyasi gidişat açısından artık başkaca bir değişiklik olmayacak, gezegenimizdeki tüm ülkeler demokrasi yönünde doğrusal bir patikada adımlar atacaklardı. Ne var ki aynı akademisyen, sonrasında ön görülerinin tutmadığını ve yanıldığını itiraf etmiştir (Glancy, 2014). Benzer bir görüş, demokrasi ile ekonomik gelişmişlik arasında bir korelasyon olduğuna ilişkindir. Buna göre bir ülkede demokrasinin 
olgunlaştıkça ekonomik ilerlemenin olacağı görüşü tedavüle sokulmuştur. Tümdengelim yöntemiyle savunulan bu görüşlerin sağlam temellere sahip olduğu düşünülmüştür. Son dönemlere kadar kahir ekseriyetle Batılı ülkelerin ekonomik açıdan daha ileride olması bu argümanları güçlendirmiştir. Batılı ülkelerde demokratik değerler ön plana çıktığından refah artışı yaşandığı savunulmuştur. Böylece diğer ülkeler de ekonomik refahını artırmak için demokrasi yönünde adımlar atmalıydılar. Ne var ki zaman, Çin, Rusya gibi ülkelerin Batı tipi demokratik ideallerden çok uzak olsalar da ekonomilerini 
belirli ölçüde geliştirebildiklerini göstermiştir. Küresel tarih yazımında modernleşme teorisi gibi tek bir yaklaşımla yeryüzündeki tüm insanlığın tarihini anlamaya kalkışmanın zaman içinde tevessül edilmeyen arkaik bir yaklaşım olması beklenebilir. Bu yaklaşımın aşılması noktasında tek bir kalıba uydurulmaya kalkışılan toplumların değerlerini ve kültürlerini ayrı ayrı incelemek önem arz etmektedir. Bu yaklaşıma örnek olarak Ronald Inglehart ve Christian Welzel’in araştırmalarına değinmek yararlı olacaktır. 1981’de Avrupa Değerler Araştırması, 1990’dan itibaren ise Dünya Değerler Araştırması ismiyle gerçekleştirilmekte, yeryüzündeki yaklaşık yüz ülkenin toplumlarının değer ve inanç sistemlerini kantitatif araştırma yöntemleriyle analiz etmektedir. Bu araştırmaların neticesinde bir dünya değerler haritası tasarlanmıştır (Inglehart & Welzel, 2005). Önümüzdeki dönemde küresel siyasi tarih yazımında yeryüzündeki tüm toplumların kültürlerini ayrı ayrı ele alan, toptancı yaklaşımlardan ziyade toplumlar arasındaki farklılıkları, benzerlikleri ve etkileşimleri kapsayan çalışmaların artması beklenmelidir. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder