2 Mart 2017 Perşembe

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 2




Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 2




- Sizce Gülen cemaati o dönem dış politikayı belli bir mecraya yöneltmeye çalıştı mı?

Gülen cemaatinin Türk dış politikasının oluşturulmasında ve uygulanmasında bir özel  bir etkisi olduğunu sanmıyorum. AK Parti, esasen kendi iktidarının takriben ilk 10 yılında, ekonomi, ticaret, yatırımlar, jeopolitik, tarih, kültür, eğitim, dil, din, ticaret, gelenekler ve ilişkiler gibi değişkenleri, çok yönlü bir dış politikanın hizmetine vermek şeklinde, Turgut Özal’ın 1980’li yıllarda başlattığı bölgeye ve dünyaya açılma stratejisini benimsedi. Aslında tam bir yumuşak güç stratejisi olan bu diplomatik tatbikatı başarıyla uyguladı. Bu uygulamalarında komşularla sıfır sorun ilkesi gibi olumlu, yapıcı ve aynı zamanda çarpıcı bir slogan da, biraz önce bahsettiğimiz kamuoyu diplomasisinde etkili oldu. Tabii bu başarılı uygulamanın ilk 10 yılının büyük kısmında Sayın Gül ve Sayın Davutoğlu’nun paylarının büyük olduğunun da altını çizmek gerek.

- Dışişleri Müsteşarlığı da yapmış bir isim olarak, mesainiz sürecinde siz nasıl bir devletle karşılaşmıştınız? MİT ve Genelkurmay’la ilişkiler nasıl yürüyordu? Asker ve sivil müsteşarlar hiyerarşisi nasıldı?

Dışişleri’ne girdiğim 1963’ten itibaren İnönü, Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Erbakan dönemleri yaşandı. O zamanki devletin işleyişi de çok verimli değildi, ama uyumsuzluk ve kutuplaşma yoktu. Fakat şu vardı; kurumlar arası rekabet. Bu aslında her devlette değişik ölçülerde yaşanan bir olay. Örneğin, Devlet Planlama ile Maliye Bakanlığı veya Devlet Planlama ile Ticaret Bakanlığı, Dışişleri’yle Maliye Bakanlığı arasında on yıllarca bu rekabet yaşandı. Koalisyon dönemlerinde de önemli bakanlıklar ayrı partilere verildiği için söz konusu rekabet oldukça yıpratıcı oldu.  

Çalıştığım 30 küsur senelik zamanda, Dışişleri Bakanlığı’yla Genelkurmay arasında, Dışişleri Bakanlığı ile MİT arasında çok yakın bir işbirliği oldu. Elbette adı geçen bu kurumlar içine kapalı kurumlardır. İçine kapalılık özellikle MİT için doğaldır. MİT bilgi toplar, ama bilgiyi kolay paylaşmaz. Ama gerektiği zaman gereken kurumlarla paylaşır. Aynı şey İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay için de tabii geçerli. Terörle mücadele ve yabancı ülkelerin yurdumuzda faaliyetleri konusunda bu kurumlar arasında yararlı işbirliği gerçekleştirildi. Eminim şimdi de gerçekleştirilmektedir. Özellikle müsteşarlık dönemimde Genelkurmay’la da çok yakın bir işbirliği içinde çalışıldı. 

“ Genelkurmay’la hiçbir sorunumuz olmadı ”

- Müsteşarlık döneminizde askeri vesayeti hissediyor muydunuz?

O zaman Genelkurmay’ın etkisi belliydi; bu, tabii Dışişleri’ni de etkiliyordu. Fakat çok iyi bir istişare mekanizması vardı. Milli Savunma Bakanlığı’nın müsteşarı da vardı, ama esas yetki Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkan’daydı. Dönemimde hem her ikisi, hem Dışişleri Müsteşarı ve müsteşar yardımcıları en az ayda bir kere öğle yemeklerinde buluşur yahut toplantılar yapardı. O işbirliği kurumsallaşmış vaziyetteydi. Bizim hiçbir sorunumuz olmadı.

- Okuyucular için hatırlatalım; müsteşarlık döneminizin önemli kısmında Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’ti.

Evet, çok yakın bir işbirliği içindeydik. Tabii işbirliğimiz özellikle Kuzey Irak üzerineydi, ilk sınır ötesi askeri hareketlerimizin başladığı yıllardı. Birinci Körfez Savaşı’nda çok kısa bir süre içinde Kuzey Irak’tan 500 bin kişi girdi.

- Fikret Bila’nın verdiği emirler hakkında yönelttiği “Özal’a, Demirel’e danışıyor muydunuz; MGK’da görüşüyor muydunuz” sorusuna “Hayır, MGK’ya gittiğim zaman da herkes çok memnundu” yanıtı verebilen, sınırlarını kendi belirlediğini amiyane ifadelerle de ifade eden bir isimdi Doğan Güreş. Siz o zaman nasıl bir Doğan Güreş gördünüz?

Doğan Güreş Paşa rahmetli olduğu için kendisinin ifadeleriyle ilgili olarak bir yorumda bulunamam. Ama şu kadarını söyleyebilirim: O zaman alınan diplomatik ve askeri/politik kararlarda tayin edici etki büyük ölçüde Özal’a aitti. Ancak Özal bu kararları tek başına almaz, askeri ve sivil yetkililerle uzun ve derinlemesine görüşme ve istişareler sonucu alırdı. Belki en doğrusu, kararlar aslında bütün bürokrasinin ortak görüşü temelinde halinde veriliyordu. Ancak bu ortak görüşün oluşmasında ağırlık muhakkak ki Özal’daydı.

- ‘Uyumlu çalışma’ devletin işleyişi açısından kulağa hoş gelse de eğitimini katı resmi ideoloji içinde almış, elindeki silahın iktidarıyla da hareket eden askerle uyuşmanız pek çok insanı rahatsız da edecektir.

Olabilir, ama neticede biz uyumlu çalıştık.

“ Azerbaycan’a Darbe girişimini ilk sezen diplomatımız Mehmet Ali Bayar’dı ”  


- Sizin müsteşarlık döneminizde olan bir başka gelişme, MİT’in basına yansıyan bir raporunda Aydınlık gazetesinden alıntıyla “Çiller’in onayıyla (Azerbaycan Cumhurbaşkanı) Aliyev’e yönelik darbe” ibaresiyle geçti. Bu süreçte neler oldu anlatabilir misiniz?

O zaman Demirel cumhurbaşkanıydı. Biz o darbe meselesini haber aldığımız zaman ilk iş Demirel’le temas ettik, Çiller’le pek fazla temasımız olmadı.

- Size haber nereden geldi?

Olayların sırasını hatırlayamıyorum doğrusu, ama bize haber büyükelçimizden geldi. Oradaki büyükelçimiz Altan Karamanoğlu’ydu. Onun yanında da genç diplomatımız Mehmet Ali Bayar vardı. Bu tehlikeyi ilk sezen, büyükelçisini ve bizi uyaran Bayar’dır. Dışişleri Bakanlığı’nın buradaki rolü, Demirel’i zamanında uyarabilmiş olmasıdır. Ve Demirel’in de katkısı çok önemli oldu, Aliyev’le iletişime geçti.

- Sürece MİT’in dahlinin olup olmadığı, Çiller’in attığı adımların büyüklüğü, onu yönlendirenlerin kim olduğuna ilişkin söylenti seviyesinde de olsa kulağınıza çalınan duyumlar oldu mu?

Kulağımıza çalınanlar oldu, ancak bu konuda okuyucularımızı aydınlatma sorumluluğunu taşımaya yeterli bilgi unsurlarına sahip değilim.

- Aliyev’e darbe girişimi ardından Tansu Çiller’e neler yaptığı soruldu mu?

Herhangi bir bilgim yok.

Türkiye’de yeni atanan büyükelçiye nasıl bilgilendirme yapılır? 


- Türkiye’deki işleyişini bilmediğimiz bir süreç: Bir büyükelçi atandığında mesai nasıl işliyor? Örneğin apar topar Washington’a mı gidiliyor, yoksa MİT gibi kurumlarla görüşülüp bilgi aktarımı yapılıyor mu?

Tabii ki bir büyükelçi göreve atandığında gideceği devletle ilişkilerimizin siyasi, iktisadi, askeri ve teknik nitelikleri ve bu konulardaki ilişkilerimizin durumu hakkında Dışişleri Bakanlığı’ndaki dosyalara ilaveten, bürokrasinin tüm yetkililerinden bilgi edinir. Ayrıca dışişleri bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından kabul edilerek talimatlarını alır.

Eski yıllarda, Türkiye’nin büyükelçiliklerinin sayısı az iken yeni atanan büyükelçiler ve yeni atanan müsteşarlar, cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından baş başa ve bazen öğle yemeğinde kabul edilir, varsa kendilerine özel talimatları verilirdi. Dışişleri’ne ilk girdiğim dönemlerde dış temsilciliklerimizin sayasının artmaya başlamasıyla bu yavaş yavaş azalmıştı.

- Bugün bir büyükelçiyle hedeflere dair özel bir görüşme yapılmıyor mu?

Bir kararname çıkınca onları toplu halde cumhurbaşkanı ve başbakan kabul eder, talimatları verir. Ama bazı başkentlere tayin olan büyükelçiler hariç karşı karşıya oturup ayrıntıya girmeye pek vakit bulmazlar. En azından benim zamanımda böyle idi. Dışişleri bürokrasisi o açıdan biraz sıradanlaşmıştı. Belki şimdi daha farkldır.

- O zaman dış temsilcilerin biraz körebe oynadığını düşünmek ne kadar yanlış olur?

Büyükelçi olana kadar geçirdiği süre zarfında memur, en az cumhurbaşkanı kadar, hatta belki ondan daha ayrıntılı, dosyaya hakim oluyor. Detaylar açısından büyük bir sorun bu nedenle yok. Devlet başkanı veya başbakanın da ilgili büyükelçinin tayin edildiği yerle ilgili özel bir politikası varsa, bunu zaten MGK’da, kabinede konuşmuş oluyorlar. Bunlar bilinmeyen şeyler olmuyor. Bunların haricinde özel bir şey varsa ayrıca görüşüyorlar.

“ Ankara’yla Eşgüdümsüzlük Elçileri açığa düşürür ”

- WikiLeaks belgelerine yansıyan gazetecilere ilişkin notların sebep olduğu bir merak: Ülke temsilcileriyle görüşen gazeteciler, bilgi aldıklarını düşünürken kendilerine dair de kayıtlar mı düşüyor? Temsilciler, gazetecilerle görüşmelerini hangi kriterle değerlendirip, ne tür usullerle merkezlerine iletiyorlar? 

Temsilciler, gazetecilerle görüşürlerken zaten ne söyleyecekleri o konuda haiz oldukları genel talimatları çerçevesinde bellidir. Bu çerçevede kendi üsluplarına göre gazetecilerle konuşurlar. Tabii temsilci, gazeteci kendisiyle görüşmeden önce o gazeteci hakkında gerekli bilgilere sahiptir.

- Başbakan Davutoğlu Brüksel’deyken Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘ey Batı’ deyince dış temsilcilere ne oluyor, alanları nasıl sınırlanıyor?

Merkezdeki yetkili makamların, yabancı bir ülke hakkında o ülkedeki büyükelçiyi haberdar etmeden yaptıkları kamuya açık beyanlar veya Ankara’da gerçekleştirdikleri 
girişimlerin yarattığı sakıncalar Türkiye diplomasisinin eski bir yapısal sorunudur. Bu soruna eşgüdümsüzlük adı da verebiliriz. Eşgüdüm gereğine riayet edilmemesi 
sırf alanları sınırlamakla kalmıyor. Büyükelçiyi nezdinde görevli bulunduğu ülke makamları veya basını karşısında kendi hükümetinin politikaları hakkında habersiz 
bırakıyor. Büyükelçi, bulunduğu ülkenin Dışişleri’ne çağırılıp hükümetinin ne demek istediği kendisine sorulduğu zaman eğer önceden bir tutum veya üslup değişikliği 
konusunda bilgilendirilmemiş ise açığa düşüyor. Açığa düşürülen bir büyükeçi ülkesinin çıkarlarını korumakta zorlanır.


“Dış politikamızın stratejik 
öncelikleri açık değil”

- Dışişleri’nde başka ne tür yapısal bozuklar gözlemliyorsunuz?

Öteden beri mevcut olan ve sadece bizim kendi ülkemize mahsus da olmayan başka ve daha vahim yapısal bozukluklar bizim diplomasimize zaman zaman hakim oluyor.  Türk dış politikasında eskiden beri olan ama son zamanlarda ağırlığı artan üç yapısal sorun görüyorum. Bir, bugün dış politikamızın stratejik öncelikleri açık değil. Türk dış politikası gerçeklerin oluşturduğu bir temel üzerinde oturur. Türkiye’nin stratejik, güvenlik ve ekonomik çıkarlarını bu gerçekler belirler. Son yüzyıldan beri yaşanan iki dünya savaşı ve bölgemizde ve daha geniş alanlarda meydana gelen savaşlar, büyük stratejik ve kırılmalar Türk dış politikasının oluşturulması ve uygulanmasında ve Türkiye’nin çıkarlarının korunmasında ve ilerletilmesinde gerçeklere dayalı dış politikanın rolunün önemini ispat etmiştir. Geçmiş on yıllarda dış politikamızın  oluşturulması ve uygulanmasında zaman zaman bu üç temel unsurun dışında din, mezhep, ideolojiler, hatta hayaller gibi exogen faktörler rol oynamıştır. Ama bir ölçü dairesinde. Bu exogen faktörlerin etkisi arttığında.Türk dış politikasının topalladığını görürüz. Çünkü o zaman dış politikada öncelik kavramları belirsizleşmeye başlıyor. Bu tür sapmalar hiç şüphesiz başka ülkelerde de oluyor. Ama bizde özellikle son yıllarda Orta Doğu politikasından ABD politikasına kadar bu faktörlerin olumsuz etkisi ciddi şekilde hissedildi. Öncelikler belli olmayınca da dış politika el yordamıyla yapılmaya başlanıyor.

“Dışişleri Bakanlığı’nın 
etkisi geniş ölçüde kalktı”

İkinci yapısal sorun; karar mekanizmalarının iyi işlememesi. Dış politika nasıl yapılır? Daireler vardır, oradaki memurlar politika opsiyonları hazırlar, onlar bir üst makama gider. Politikalar yukarı doğru çıkar. Bu hazırlanırken kurumlar arası bir işbirliği yapılır. Genelkurmay’la, MİT’le, İçişleri Bakanlığı’yla, iş ekonomiyle ilgiliyse ekonomiyle görevli kurumlarla konuşulur. Bu istişare süreçleri de karar cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman aksaksız işlemedi. Yakın zamanda ise bu sorunun ağırlaştığının en basit misalini Merkez Bankası ile Cumhurbaşkanı arasındaki karşılıklı beyanlarda gördük. Olağan süreçte Dışişleri Bakanlığı’ndan çıkan politika Bakanlar Kurulu’na, başbakandan cumhurbaşkanına gider ve dışişleri bakanından çıktıktan sonra politika artık onun kontrolünde olmaz. Sonuç olarak 180 derece farklı bir politika da tercih edilebilir. O zaman Dışişleri’nin etkisi kalkmış oluyor.

- Şu an sizce Dışişleri’nin etkisi kalktı mı?

Geniş ölçüde kalktığını görüyoruz. Ama bazı konularda Dışişleri Bakanlığı’nın şu andaki üst kademesi, dışişleri müsteşarı ve müsteşar yardımcıları hâlen çok etkili durumda. Hem Türkiye’nin dış ilişkilerinde bir güven unsuru olmayı sürdürüyorlar, aynı zamanda hükümetle aralarındaki köprüyü kuruyorlar. Ama ben bunun kurumsaldan daha çok kişisel olduğunu zannediyorum.

“Sinirlioğlu ve ekibi 
Türk diplomasinin bir kilit taşı”
- Feridun Sinirlioğlu’nun…

Kişiliği ve tecrübesi, diplomatik mahareti bunu sağlıyor. Ben kendisini ve ekibini halen Türk diplomasinin bir kilit taşı olarak görüyorum. Tabiatıyla onun yerine gelecek kişi aynı şeyi yapabilecek mi bilemiyoruz. Bugün ilan edilmiş bir öncelik göremesek de hadiselere bakarak Suriye ve Orta Doğu’nun ister istemez çok öncelikli bir durumda olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka önceliğimizi, hem Cumhurbaşkanı, hem hükümetten duyuyoruz: “Türkiye, dünyadaki Müslüman toplumların her zaman yanında.” Başka bir önceliğimiz, enerji üreticisi ülkelerle yakın işbirliği. Bunun dışında Türkiye’nin NATO müttefikleriyle, ABD’yle, AB ülkeleriyle ilişkileri hâlâ önemli. Bunları bir sıralamaya tabi tutarsanız, Suriye ve Rusya dahil, etrafımızdaki bölgesel politikalar birinci sırada gelir. “Olayların getirdikleri yerine baştan bir stratejik bir öncelik var mı” derseniz, bunun yanıtı Davutoğlu’nun sıfır sorun politikasıydı. Herkes şimdi karikatürize ediyor, ama bu stratejik bir hedefti ve önemliydi. Ama yürümedi. Çünkü bu politika belli bir öçünün ötesinde hayal değişkenini de içeriyor ve gerçekçilikten uzaklaşıyordu.

“ Herkes Davutoğlu’na yüklendi, O
 Aslında barış politikası izledi ”


- Kastınız?

Tabii şunu da kabul etmek gerekiyor; sıfır sorun politikası biraz da Türkiye’den kaynaklanmayan dinamiklerin sebebiyle başarısız oldu. Arap Baharı da, başarısızlığı da Türkiye’den kaynaklanan bir şey değil, ama bunlar sıfır sorun politikasını berhava etti ve herkes Davutoğlu’na yüklendi. Davutoğlu aslında barış politikası izledi. Fakat bugün barış politikasını pek az komşumuzla izleyebilir hale geldik. Bunun sorumluluğunu da şahsen Davutoğlu’na yüklemiyorum. Dışişleri’ndeki üçüncü yapısal sorun da; Türkiye’nin emelleriyle, yani hedefleriyle kapasitesi arasındaki orantısızlık.

“ Türkiye’nin 2005’i Afrika yılı 
ilan etmesi çelişkiydi ”

- Sizce Türkiye dünya içinde kendini nerede görüyor ve aslında kapasitesi ne; bir ayna tutsanız ne söylersiniz?

Türkiye kendini AB’ye katılacak bir kapasitede gördü. 1957’de Roma Anlaşması imzalandı ve Yunanistan müracaat ettikten hemen sonra biz de müracaat ettik. 1963’te katılımı öngören Ankara Anlaşması’nı yaptık, ardından da Katma Protokol. Bu Türkiye’yi AB’ye doğru götüren bir yola soktu. 1987’de tam üyelik müracaatı yaptık. 2004’teki kararla 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı. AB’ye katılmaya hayal, ideal, ihtiras, ne dersek diyelim, biz bu yolu yürütürken 2005’te müzakerelerin başlamasıyla somut bir ara sonuca varıldı. Fakat Türkiye, 2005 yılını Afrika yılı ilan etti. Alın size çelişki! AB’ye katılan bütün ülkelerin öncelikleri topyekûn oraya girmek olmalıyken siz bunu yaparak hem AB’ye, hem de bürokrasinize “Benim olmazsa olmaz hedefim bu değil” mesajı veriyorsunuz.

- 2014’te Avrupa Birliği yılı ilan edildi.

Biraz geç oldu. Müzakerelerin başladığı yıl, yani 10 yıl önce bunun yapılması gerekiyordu. AB tam üyeliği belki ulaşabileceğimiz bir hayaldi, ama ulaşamayacağınız hayaller de var. Örneğin, pan-İslamizm hayali gerçekçi bir devletin düşünebileceği bir şey değil. Bunun ne bir takvimi var, ne de böyle bir dünya var.
- Gazeteci Ümit Kıvanç’ın “Osmanlı romantizmiyle, Pan-İslâmist milliyetçiliği kanatlandıran tehlikeli bir jeopolitikanın ufku” diyerek nitelediği Stratejik Derinlik’i siz ‘hayal’ kapsamında mı değerlendiriyorsunuz? 
Ham hayal olarak görüyorum. İnsanların da, milletlerin de hayalleri vardır, ama gerçeklikten ayrılırsanız hayal kırıklığı bedel ödetiyor.

“Dış politikaya baktığımda 
pan-İslamist izler görmüyorum”




***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder