13 Haziran 2016 Pazartesi

Ergenekon Davası ve Türk Ordusu BÖLÜM 2





Ergenekon Davası ve Türk Ordusu 

BÖLÜM 2



Yazar: Ümit Özdağ
06 AGUSTOS 2013 SALI “Adalet TANRI’nın, Hüküm Sizindir.” 
E. Kur. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ

Talat Aydemir tarafından düzenlenen 21 Mayıs askeri darbe girişimi sonrasında gerçekleşen Mamak Sıkıyönetim Mahkemesinde yapılan savunmanın son sözü, (1963) 



“Millenium-Challenge 2002”:Hedef Türkiye mi?

Bu çalışmaların ışığında ABD Kaliforniya Nevada Çölünde 24 Temmuz-15 Ağustos 2002 tarihleri arasında gerçekleşen ve 13.500 Amerikan askerinin katıldığı “Millenium Challenge 2002”adlı Amerikan askeri tatbikatı çok daha farklı bir önem ve anlam kazanmaktadır. Çünkü tatbikatın senaryosu, Ankara'da yapıldığı dönemde ciddî bir tepki uyandırmıştı. Senaryoya göre, Amerikan Ordusu, ağır bir depremden sonra ordunun yönetime el koyduğu deniz aşırı bir ülkeye müdahale edecektir.

Ordunun müdahalesi sonrasında, uluslararası bir mahkeme bu ülkenin taraf olduğu sınır ihtilâfında bu ülkenin aleyhinde bir karar alacaktır. ABD de BM'nin bu ülkeye yaptırım uygulaması için Güvenlik Konseyinden karar çıkaracaktır. Bunun üzerine anılan ülkedeki askeri yönetim seferberlik ilân edecektir. ABD Ordusu, bu ülkenin 96 saat olan seferberlik süresi (Türkiye'nin seferberlik süresi 96 saattir) sona ermeden önce ülkeye hava saldırısı başlatmış ve bazı kentlerini işgal etmeye başlamıştır. Senaryodaki ülkenin Türkiye'ye benzemesi(deprem, deniz aşırı, 96 saat seferberlik süresi), Türkiye'de tartışmalara neden olmuştur.




ABD, 1 Mart 2003'te TBMM’de, ABD birliklerinin Türkiye üzerinden Irak’a girişine izin veren 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinden Türk Ordusunun ve Türk Ordusunda bir süreden beri kendisini rahatsız eden bağımsızlıkçı çizgiyi sorumlu tutmuştur. Bir anlamda Amerikan Ordusunun açık istihbarat raporu olarak nitelendirilebilecek olan yukarıda söz ettiğimiz çalışmalarda ileri sürülen Türk Ordusu’nun tehdit olduğuna dair istihbarat öngörüsü doğrulanmıştır. 
1 Mart Tezkeresi’nin reddi ve TSK: Ergenekon Operasyonu’nun piminin çekilmesi, 12 yıl süren kontrollü yüksek tansiyon politikası, 1 Mart 2003 sonrasında “yapısallaşmış krize” dönüşmüştür.[42]  Artık Türk Ordusu’na karşı bazı etkili önlemler almanın zamanı gelmiştir.

ABD güçlerinin bir Beyaz Saray-Pentagon senaryosu çerçevesinde Süleymaniye'de 4 Temmuz 2003'de Türk Özel Kuvvetleri üzerinden Türk Ordusuna karşı başlattığı “stratejik nitelikli psikolojik operasyon” ikili ilişkilerde olduğu kadar ABD'nin Türk Ordusuna yönelik politikalarında da bir aşama noktası oluşturmuş ve Ergenekon Psikolojik Operasyonubaşlamıştır.[43]

Süleymaniye Baskınından sonra Başbakan Erdoğan, bu notanın müzik notası olmadığını söyleyerek, ABD'ye nota vermeyi reddetmiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, diplomasi kurallarını çiğneyerek Başbakan Erdoğan'ı muhatap almak suretiyle yazdığı yazısında Süleymaniye Operasyonu'nun AKP hükümetine karşı değil, “AKP hükümetinin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapıldığını” ileri sürmüştür.[44]

Türk Ordusu, ABD ve AB için tarihsel anlamda Batı emperyalizmini yenen güç, siyasal anlamda millî devlet anlamına gelen “Kemalizmin“ direnç noktasıdır. Bundan dolayı, 1990'ların ikinci yarısından itibaren Türk Ordusunu siyasal sistem içinde yıpratacak ve etkisizleştirecek her eylem ABD ve AB'den destek görmektedir. ABD'nin ılımlı İslam'ı bir müttefik olarak oluşturmasından sonra zaten laikliğin kalesi olarak bilinen Türk Ordusu'nun asker ve jeopolitik değil ama siyasal-stratejik değerinde ABD açısından bir düşme olmuştur.

Soğuk Savaş döneminde Türk Ordusu'nu Orta Avrupa'daki Kızılordu ağırlığını Orta Avrupa'dan Anadolu üzerine çekecek bir enstrüman olarak gören AB, Soğuk Savaş sonrasında hızla Türk Ordusu'na bakışını düşmanca bir zemine oturtmuştur. Türkiye'nin yapay bir ülke olduğunu ve sınırlarının tekrar çizilmesi gerektiğini düşünen AB bu yolda önünde en büyük engel olarak gördüğü Türk Ordusu'nu yıpratmak için bir dizi eylem geliştirmiştir. Sonuç olarak, ABD gibi AB de, Türk Ordusu’na karşı geliştirilecek bir psikolojik operasyonu desteklemektedirler.

Özetle, ABD ve AB, Türk Ordusu'nun Türkiye'de millî devletin ve Batı'nın dayatmalarının karşısındaki en temel engel olduğunun bilinci içinde Ordunun yıpratılmasını sağlayan her sürece, 2007-2011 arasındaki dönemde yoğun destek vermiştir. Bu anlamda, fikri kökenleri 1990’ların sonuna uzanan Ergenekon Operasyonu 2003 Temmuz'unda Süleymaniye baskını ile başlatılmıştır. 2007’de Başkan Bush ile Başbakan Erdoğan arasında Vashington’da yapılan görüşme sonrasında ise Ergenekon Operasyonu başka bir aşamaya taşınmıştır.

2007-2011 arasında yaşanan süreçte Türkiye’deki gelişmelere ne ölçüde ve nasıl müdahale edildiği konusunda ortaya bu satırların yazarının kapsamlı veriler koyması mümkün değildir. Ancak Balyoz Davasında yargılanan Kur. Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin tarafından yazılan “TSK’ya Karşı 12 Komplo” adlı kitapta dış müdahaleler ile ilgili çok ilginç bazı veriler ortaya konulmuştur. Küçükşahin, Balyoz Güvenlik Harekat Planı’nın son sayfasında “b. Muhabere” başlıklı bölümde  “esas muhabere vasıtasının radyo, yedek muhabere vasıtasının ise Kral Tv mesaj bant sistemi” olduğu cümlesinin yer aldığını kaydetmektedir. Türk Ordusu’nda bütün ordularda olduğu gibi ana muhabere vasıtası telsizdir. Ancak İngilizcede radyo kelimesinin iki anlamı var. Birisi radyo öbürü ise telsiz. Türkçe bir “belgede” böyle bir ifadenin kullanılması için ancak İngilizceden tercüme edilmesi gerekir.[45]

Küçükşahin’in dikkat çektiği ve bir deniz subayı tarafından hazırlandığı ileri sürülen bir diğer belgede ise şu ifade yer almaktadır: “Ramazan ayının ilk iki gününde Aksaz Üs Radyosundan Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an dan bölümler yayınlanmasına izin vermiştir.” Nüfusun % 95’inin belki de daha fazlasının Müslüman olduğu Türkiye’de kimse Kuran’ı kerim’in ne olduğunu ayrıca izah eden bir cümle yazmaz. Böyle bir cümle ancak Türk ve Müslüman olmayan birisinin yazdığı ve Türkçeye tercüme edilen ve tercüme kokan motomot bir tercüme cümledir.[46]
Keza Balyoz belgeleri arasında bulunduğu iddia edilen bir başka belgede şu cümleler yer almaktadır: “Malzemeler yurtdışına giden bir gemiye verilmiş veokyanusa atılması istenmiştir.” ; “Yapılan arama sonucu ele geçirilen mühimmatlar yurtdışına giden bir gemiye verilerek okyanusa atılması istenmiştir.”[47] Bu cümlelerin de bir Türk askeri belgesinde yer alması mümkün değildir. Türk gemileri okyanusa değil, Akdeniz, Karadeniz veya Ege’ye açılırlar. Ayrıca Türkçede “okyanusa atmak” denmez, “denize atmak” denilir. Benzeri örnekler artırılabilir ancak bu çalışmanın konusu değildir.  

AB Sürecine Kadar TSK’nın Konumu ve Dönüşümü 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Avrupa Birliğine karşı olduğu ve ABD ile çatışma sürecine girdiği için Batı karşıtı  Rusçu-Avrasyacı bir eksene kaydığı veya içinde etkili bir kliğin TSK’yı bu noktaya çekmek istediği iddiaları ancak tarihsel bütünlük içinde incelenir ise daha iyi anlaşılacaktır. Bu iddiaları ortaya atanlar, TSK’nın AB’ye karşı çıkışının nedeni olarak da güçlü konumunu yitirmek istememesi olarak göstermektedirler.





TSK’nın rejim içindeki konumu Cumhuriyet tarihi boyunca istikrar göstermez. Şöyle ki, Genelkurmay Başkanlığı’nın hukuki statüsünü belirleyen ilk yasa 3 Mart 1924 tarih ve 249 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair kanun”dur. Bu yasa ile Genelkurmay Başkanlığı devlet içinde otonom bir kuruluş olarak örgütlenmiştir. Fiiliyatta cumhurbaşkanına bağlıdır. Başbakanın ordu üzerinde bir otoritesinin olduğu söylenemez. Yasa, Atatürk, Mareşal Çakmak ve dönemin olağanüstü koşulları için hazırlanmıştır. 1924-1927 arasında TSK devrim sürecinin silahlı öncü gücüdür. 1927 yılında ise bu statüsü değişir. Artık öncü güç değil, devrimin koruyucu gücüne dönüşür ve bu durum 1938’e kadar sürmüştür.
Atatürk’ün vefaatinden 1944 senesine kadar geçen süre içinde ordu devrimin bekçisidir. 1927-1938 arasında olduğu kadar siyasette etkin değildir. Siyasette Atatürk’ün yakın kadrosunu tasfiye eden İnönü Orduya dokunmamıştır. Çünkü İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi kararı Mareşal Çakmak’a rağmen 1. Ordu’da yapılan “Paşalar Meclisi”nde alınmıştır. Mareşal ise sonuca itiraz etmeden kabul etmiştir.

12 Ocak 1944’de Mareşal Çakmak Cumhurbaşkanı İnönü’nün yolladığı mektup ile yaş haddinden emekliye sevk edilmiştir. Hemen ertesinde çıkarılan 4580 sayılı kanun ile Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsü değiştirilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı başbakanlığa bağlanmış ve sorumlu tutulmuştur. Artık 1944’den itibaren iktidar ortaklığından çıkarılmış bir TSK vardır.     
30 Mayıs 1949 tarih ve 5396 sayılı “Milli Savunma Bakanlığının Kuruluş ve Görevlerine Dair kanun” ile Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Oral Sander, bu konuda ABD’nin baskı yaptığını kaydetmektedir.[48]Yaşanan bu sürece TSK’dan görünürde bir tepki gelmemiştir. Ancak artık ortaklıktan çıkarılan TSK, Türkiye 1950’de seçimlere girerken DP’den yanan tavır almıştır.

1949-1960 arasında geçen 11 sene Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına bağlı olması gerek ordu içinde gerek ordu ile iktidar arasında büyük bir gerilim yaratmıştır. Amerikan Ordusundan çok farklı bir tarihi ve kültürü temsil eden TSK’yı bir farklı devlet kültürünün içine itmenin doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.

1961 Anayasa ile Genelkurmay Başkanlığı,  başbakana karşı sorumlu hale getirilmiştir. Ancak 61 Anayasası’nın illi Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini düzenleyen 111. maddesi ile TSK bir anlamda hükümetin  “örtülü ortağı” haline gelmiştir. 1982 Anayasası’nın 118. Maddesi ile düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu maddesi ayni örtülü ortaklığı sürdürmüştür. Bu ortaklık anayasanın ruhunda “milli güvenlik” meseleleri ile sınırlı ise de darbeler sonrası psikolojisinin hükümetler üzerinde ayrı bir baskı yaptığı şüphe götürmez.[49]

1990’larında sonunda TSK Öcalan’ın yakalanmasına giden süreçte kazanmış olduğu askeri yeteneklerin sağladığı bölgesel üstünlük ve SSCB’nin çökmesinin yarattığı güç boşluğunun verdiği güven ile davranmaya başlamıştır. TSK, başlayan AB tam üyelik sürecine destek vererek kendi konumunun yeniden tanımlanmasına itiraz olmadığını ortaya koymuştur. Bu çok önemli noktanın Türkiye’de siyaset analizcileri tarafından bilinçli-bilinçsiz atlanıldığı görülmektedir. Oysa,  TSK, AB sürecini destekleyerek kendi konumunu ve siyasetteki tarihsel/doğal ağırlığından çok darbe sürecinden kaynaklanan etkisini oto-sınırlandırma süreci içerisine girmiştir. 

Bu noktada TSK’nın muhtemelen beklentisi AB tam üyelik sürecinin merkez sağ partiler tarafından yönetilecek bir süreç olmasıdır. Ancak 2002 seçimlerini AKP’nin kazanması TSK için bir sürpriz olmuştur. AKP Hükümeti ile ilişkilerini sağlıklı düzenleyemeyen TSK, AKP Hükümetine karşı etkisiz, sistemsiz ve anlamsız bir muhalefet geliştirerek, iktidarı ABD-AB çizgisine belki de AKP iktidarının girmek istediğinden daha fazla itmiştir.
Eğer, 2002 Kasım’ında Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Org. A. Nafiz Gürman’ın Bayar’ı ziyaret ederek TSK’nın seçim sonuçlarına saygı göstereceğini bildirmesi gib bir adım atsaydı, 2002-2011 Türkiye tarihi hem dış hem iç politik açıdan daha farklı şekillenebilirdi.[50]

Bu ilk yanlış adım sonrasında TSK, ana dinamikleri Türkiye dışında olan değişik şekil, neden ve boyutlarda bir politik-psikolojik baskı altında kalmıştır.

Türk Ordusu'nun Saldırılara Fikrî Direnişi


Türk Ordusu, bu politik-psikolojik baskıya karşı tepki geliştirmiştir. TSK,   ABD ve AB'nin kendisine ve Türkiye'ye yönelik operasyonlarını teşhis ettiğini göstermek ve tepkisini ortaya koymak amacı ile genellikle Harp Okulu ve Harp Akademilerinde düzenlenen sempozyum ve açılışları vesile olarak kullanmıştır. Türk komutanlar eleştirilerinde, ABD ve AB demek yerine “küreselleşme” kavramını kullanmışlar, eleştirilerini ve karşı çıkışlarını bu kavramlar üzerinde gerçekleştirmişlerdir. Türk Ordusu'nun en üst düzey komutanları, ABD'nin Soğuk Savaş sonrası ideolojisi olan küreselleşmenin gizlenmek istenen ve Türkiye için tehdit oluşturan boyutlarını, eleştirisel bir söylemle, açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Türk Ordusu'nun Avrasyacı-Rusyacı bir çizgiye kaymasının temel göstergesi olarak ileri sürülen MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın 2002'de Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada Rusya ve İran ile ilişkileri geliştirirken, NATO'yu da göz önünde tutmak gerektiğinin altını çizdiği unutulmamalıdır. Ancak bu şekli ile bile Org. Kılınç'ın açıklaması Batı'ya yönelik bir psikolojik operasyon niteliği taşımaktadır.

Rusya Başkanı Putin'in 2007'de Münih'te Güvenlik Konferansında yaptığı ve ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenini eleştiren ve çok kutuplu dünya düzenini savunan konuşmasının yapıldığı akşam bu konuşmanın Türk Genelkurmay Başkanlığının internet sitesine konması da bir başka Türk Genelkurmay tepkisi olarak yorumlanmalıdır. Diğer bir ifade ile Türk Ordusu, tek kutuplu dünya düzenini, Türkiye'nin menfaatleri açısından bir tehdit olarak görmektedir.
Org. Büyükanıt, Nisan 2007'de Amerikan Ordusu'nun Kuzey Irak'a yerleşmesinin bölgeyi bir terör üssü haline getireceğini açıklamıştır. Bu açıklamanın ABD'nin Irak ve Kuzey Irak politikaları ile PKK'ya örtülü desteğe sert bir tepki olduğu görülmektedir. Öte yandan Org. Başbuğ'da Kara Kuvvetleri Komutanı iken yaptığı açıklamada İran ile askeri ilişkilerin çok iyi ilerlediğinin altını çizmiştir.
Türkiye, Karadeniz'e ABD savaş filosunun girmesi ve Karadeniz'de üsler kurmasına da şiddetle muhalefet etmiştir. Vashington, bu konuda Ankara ile Moskova arasında bir ittifak olduğunu ileri sürmüştür.[51] 2008 Yazında Kafkaslar'da çıkan Rus-Gürcü çatışması sonrasında da Türkiye'nin Amerikan savaş gemilerinin Karadeniz'e girmesine zorluk çıkarması ve Amerikan savaş gemileri Karadeniz'de iken Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın Rus Deniz Kuvvetleri Komutanı ile bir gemide buluşması doğru okunması gereken mesajlardır.

Moskova’da yayınlanan ABD dergisi, “Türkiye, Rusya’nın Stratejik Müttefiki Olabilir” başlıklı bir makale yayınlamış ve makalede, “Türkiye, Osetya Savaşı’nda NATO gemilerinin Boğazlar’dan geçişini birkaç gün geciktirerek, Rusya’nın Poti ve Batum’da anahtar pozisyonlara sahip olmasına yardım etti” yorumunu yapmıştır. Karayiplere giden Rus Savaş filosunun Türk Deniz Kuvvetlerinin ana limanı olan Aksaz'da misafir edilmesi de dikkatle okunmalıdır. 9 Ocak 2009'da Rus Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sözcüsü Akdeniz'de Türk ve Rus Deniz Kuvvetlerinin ortak operasyon yapacağını açıklamıştır.

Altı çizilmesi gereken husus, Rusya ile ilişkilerin gelişmesi, Türkiye'nin Türk Dünyasına açılması, Çin'e artan Türk ilgisi, ABD'nin muhalefetine rağmen İran ile gelişen ilişkiler sadece TSK'nin yaklaşımı olarak da izah edilemeyeceğidir. Türk-Rus ilişkilerinde 2004-2005 ileriye atılmış adım anlamında dönüm noktası kabul edilmiştir. Putin, 2004 senesinde Türkiye'yi ziyaret etmiştir. 2006 yılında 12 Milyar Dolar'a çıkan ticaret hacminin 25 milyar Dolar'a çıkarılması hedeflenmiştir.[52]

Başbakan Erdoğan, “Son beş-altı yılda ilişkilerde gözle görülür bir ilerleme sağlandığını” açıklamıştır. Aynı hususlar, Türk Dünyası, Çin ve İran için de geçerlidir.[53] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şubat 2008'de gerçekleştirdiği Rusya ziyaretinde, iki ülke arasındaki ticarette Dolar yerine Ruble ya da TL. kullanılması kararının alınması da ilişkilerde çok önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir.[54]Ziyaret sonucunda imzalanan 12 sayfalık metinde ikili ilişkiler “güçlü ortaklık” kavramı ile tanımlanmıştır.[55] Peki, bu gelişmeler, AKP Hükümeti içinde “Ergenekoncu -Rusçu” bir kliğin olduğu anlamına mı gelmektedir? Tabii ki hayır. AKP Hükümetinin izlediği Rusya politikası doğru bir politikadır ve doğal sürecin bir sonucudur.

Türk Ordusu ve Avrasyacılık/Rusçuluk İddialarının Tekrar Değerlendirilmesi


TSK'nın yukarıda anılan Soğuk Savaş sonrası açılımları, Türk Ordusu'nun ABD ve NATO ile bütün bağları koparmayı, Avrupa ile kültürel bir kopuşu hedefleyen bir çizginin mi göstergesidir? Bu konuyu değerlendiren E. Tuğg. Nejat Eslen Türkiye'nin önünde üç jeopolitik seçenek olduğunu söylemektedir. Eslen'e göre, “Birinci seçenek, Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu ile ilgilidir ve bu seçenek mevcut yönetim tarafından derin dondurucuya yerleştirilmiştir. Ayrıca AB, Türkiye'nin sorunları, nüfus ve coğrafyasının büyüklüğünü hazmedilemez bulmakta ve zaman içinde çıkarlarına ters düşecek olsa da Türkiye'yi dışlamaktadır. İkinci seçenek, ABD'nin arzu ettiği seçenektir ve bu seçeneğe göre Türkiye'nin Avrasya'ya kayması önlenecek, bu amaçla Türkiye AB'nin yapısına demirletilecek, ılımlı İslam kimliği ile Ortadoğulaştırılacak ve modernleşmek isteyen Ortadoğulu ülkelere yeni jeopolitik kimliği ile model olacaktır. Bu seçenek doğal olarak dayatılan yeni kimlik nedeni ile Türkiye'nin mevcut rejimini zora sokarken, AB üyeliği şansını sıfırlayacaktır. Üçüncü seçenek ise birinci ve ikinci seçeneği uygun görmeyen, yeni uluslar arası sistemi daha iyi okumaya çalışan ve bağımsız politikalarla Avrasya'ya açılmak isteyenlerin seçeneğidir ve bu seçeneği benimseyenler potansiyel Ergenekon suçlusudur.”[56]

Peki,  üçüncü seçenek, yani dünya sanayi ve finans merkezlerinin Pasifik alanına kaydığı bir dönemde Uzakdoğu'ya, Türk Dünyası'nın bir gölü olan Hazar Denizi etrafında ikinci bir Kuveyt olmaya hazırlanan Azerbaycan'a ve Kazakistan'a, doğalgaz deposu olan Türkmenistan'a, bakir Rusya pazarına, dünya ekonomisinin yeni merkezleri olmaya hazırlanan Çin ve Hindistan'a sırtını dönen bir Türkiye ve Türk Ordusu söz konusu olabilir mi?

Clinton döneminde Mayıs 1997'de açıklanan “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesindeki şu cümleler çok önemlidir: “200 milyon varillik petrol rezervleriyle Hazar Denizi bölgesi gelecek on yıllarda dünyanın artan enerji ihtiyacını karşılamada daha önemli bir rol oynayacak” [57] ABD ve AB, Avrasya ve Asya'ya yönelirken, Türkiye'nin bu alana yönelmesinin NATO'dan, Batı ittifak sisteminden kopuşu, “Rusçu ittifak” şeklinde suçlanması “psikolojik operasyondan” başka hiçbir şey değildir.[58]

E. Genelkurmay Başkanı H. Kıvrıkoğlu, Türk Ordusu'na(veya içindeki bir kliğe) Avrasyacı/Rusçu suçlamasını yapanların “ne pahasına olur ise olsun AB ve ABD ile işbirliğini savunduklarını” belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk Silahlı Kuvvetleri NATO, ABD ve AB'ye karşı değildir. Ancak çıkarlarına aykırı davranışlarda bu ülke ve örgütlerin yanında değil, ülkesinin yanında yer almak başta gelen görevidir. Yani biz bu ülke ve örgütlerle eşit şartlarda işbirliğine her zaman evet diyoruz. Eğer fedakârlık yapılacaksa bu taraflar arasında eşit şekilde yapılmalı, fedakârlık yapan sadece Türkiye olmamalıdır.”[59]

Özetle, Türk Ordusu içinde Rusçu bir klik olmamıştır. Türk Ordusu’nun ideolojik Avrasyacı olduğunu söylemek dahi yanlıştır. Türk Ordusu, bağımsız, güvenli ve zengin Türkiye hedefi için 2000’lerin değişen dünyasında Türkiye için yeni menfaat alanlarını Batı’dan bağımsız hatta zaman zaman Batı’ya rağmen aramış ve savunmuştur. ABD ve AB ise Türkiye'nin bu ölçüde bağımsız olmasını ve menfaatlerini tamamen kendisinin tanımlamasını kabullenmemektedirler. Temel sorun budur.

Sonuç


AKP iktidarı Ortadoğu-Kafkasya ve Balkanlar arasında “Bermuda Şeytan Üçgeni” diye tanımlanabilecek kadar zor bir coğrafyada dış politika da küçümsemeyecek hedefler içeren iddialı bir dış politika izlemektedir/izlediği iddia edilmektedir. Bu iddialı politika son altı ay içinde diğer bir ifade ile 2013 başından buyana büyük bir çöküş içerisine girmiştir. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “merkez ülke” tasarımı bu iddialı politikanın kavramsallaştırmasıdır. Böyle iddialı bir dış politik hedefin gerçekleştirilebilmesi için buna uygun bir stratejik kültürün /uygulamanın hâkim olması gerekmektedir.

AKP’nin hedeflediği/hedeflediği iddia edilen sonuca ulaşabilmesi sadece yumuşak güç uygulamaları (kültürel-psikolojik güç) ile mümkün değildir. Hedefe ulaşabilmek açısından yumuşak gücün sert güç yani ekonomi ve ordu ile desteklenmesi gerekebilir. Yumuşak güç ile ulaşılabilecek sonuçlar çok sınırlıdır.
AKP iktidarı iddialı dış politik hedeflerine rağmen, bu iddiaları gerçekleştirebilmek için benimsemesi gereken stratejik kültür ve uygulamalardan uzak durmakta hatta böyle bir kültüre ve kültürün unsurlarına savaş açmış görünmektedir. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı GES Komutanlığı Milli İstihbarat Teşkilatına devredilmiştir.

Her ne kadar haberin kaynağı olan gazeteci Murat Yetkin’e bu haberi veren kaynaklar böylelikle çok pahalı olan istihbaratta “duplikasyon”a gidilmeyeceği ve tasarruf edileceğini ileri sürseler de dünyada elektronik istihbaratını kendi istihbarat servisine bırakmış olan bir ikinci ciddi ordu yoktur. Üstelik elektronik istihbarat askeri istihbarat merkezlidir. NATO üyesi olarak elektronik istihbaratı da NATO ile bir şekilde entegre olan TSK’nın yerine bundan sonra MİT mi katılacaktır? Bir ordunun elinden elekronik istihbaratın alınması o ordunun körleştirilmesi anlamına gelmektedir. 

Ordunun başbakanlığa “sorumlu” halden çıkarılıp Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması da yanlıştır, çünkü Türk siyasi kültürüne aykırıdır. 1949’da CHP’nin ABD’nin baskısı ile bu kararı alması hiç olumlu bir uygulama sonucu vermemiştir. Her millet devletini kendi tarihinin birikimi olan siyasi kültürünün gereklerine uygun bir şekilde şekillendirir. Kıta Avrupası ve Amerikan ordularının tarihlerinden çok farklı bir yaşanmışlığı temsil eden Türk siyasi kültürüne uygun bir çözüm bulmak zor değildir. 

Yapılması gereken Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlığa “bağlı ve sorumlu” hale getirilmesidir. Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı’nın protokolde aynı seviyeye çekilmesi şekilsel sorunu da halledecektir. Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakana bağlı olmasının demokrasiye uymadığını söylemek ise tamamen boş laftır. Demokrasinin beşiği İngiltere’de kraliyet sistemi ile demokrasi uyum içindedir de Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakanlığa bağlı olmaması mı demokrasiye aykırıdır? 

Diyanet İşleri Başkanlığını Başbakanlıktan alarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlayarak özerkleştirmenin fikir jimlastiğinin bakan seviyesinde yapıldığı bir Türkiye’de TSK’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanması akıllara doğal olarak başka amaçlar olduğu düşüncesini getirecektir. 

Kamoyuna AKP Hükümetinin TSK ile ilgili gelecek planları arasında olduğu iddiası ile taşınan bazı planları anlamak ise daha da zordur. Özellikle gazeteci Mehmet Baransu’nun açıkladığı Genelkurmay Başkanlığı karargahının lağvedilmesinin,  Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı karargahlarının başka şehirlere yollanmasının planlandığı şeklindeki haberi ciddiye alınması gereken bir haberdir.[60]
Bütün bu adımlar ortaya daha güçlü değil, daha zayıf bir TSK çıkaracaktır. 2. Abdülhamit büyük bir devlet adamıdır. Tarihe geçerken şanssız ve tartışmalı şekilde geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi yaşadığı çağdır. Bir başka hatası da Sultan Abdülaziz’e karşı darbede rol aldığı için deniz kuvvetlerine karşı aldığı olumsuz tavırdır. Bu tavır, deniz kuvvetlerini Haliç’e kapamış, modernizasyonunu engellemiştir. Bir savaşta deniz kuvvetlerine ihtiyaç olduğunda ise Ege’ye doğru ilerleyen gemiler Marmara’da batmıştır. Artık batacak gemi yoktur ancak bu başka dış felaketlerin Türkiye’nin başına gelmeyeceği anlamına gelmez.   AKP Hükümetinin de tarihten dersler çıkarması gerekmektedir.

Öte yandan Ergenekon davasında verilen bu ağır kararlar ile Öcalan’ın ve PKK’nın affedilmesi için bir toplumsal zemin oluşturulduğu iddiaları da ciddiye alınması gereken iddialardır. Birilerine “yeni bir beyaz sayfa açalım” deme fırsatının verilmesi için adeta, TSK’nın bir dönem yöneten kadronun rehin alındığı iddiaları yeni de değildir. Bu iddia gerçekleşse yani bir genel af ile Ergenekon ve PKK davalarında tutuklu bulunanlar serbest kalsalar dahi bunun Türkiye’ye barış getirmesi söz konusu olmayacak, aksine daha kırılgan bir toplumsal yapı oluşacaktır.    

Bu noktada bu satırların yazarı 1991 senesinde yayınlanan “Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri” kitabının hala geçerli olduğunu düşündüğü son iki paragrafına geri dönecektir: “Kanaatimizce sağlıklı bir diyalog için iki tarafın da belirli ön yargılarını terk etmesi gerekir. Asker kesimin, öncelikle politikacıya olan güvensizliğini terk etmesi, kendisini tek milliyetçi/yurtsever kesim olarak görmekten vazgeçmesi gerekmektedir. Sivil otoritenin ise, her şeyden önce orduya ve ordunun devlet içindeki konumuna, onun tarihsel rolüne ve bu rolden kaynaklanan bugüne yönelik taleplerine, çok daha değişik bir toplumsal evrimin ürünü olan Batı aydınının gözü ile bakmaması gerekir. Böyle bir bakış, başka bir uygarlığın tarihinin, sosyal, ekonomik, kültürel, politik gelişmesinin sonuçlarını başka bir tarihe sahip bir topluma uygulama çabasını getirir. Bu tür bir çaba başlangıçta diyalog ortamını ortadan kaldırır.

Halbuki sağlıklı bir demokratik sistem, değişik sosyal güçlerin çok geniş anlamda ancak asker ve sivillerin uzlaşma ve ortak çabaları ile sağlanabilir. Her iki tarafında, böyle bir uzlaşma ve ortak çaba sarf etme girişimini terk ederek, sistemi sözde sivilleştirmek/militerleştirmek görünümü altında yapacağı hamleler bir süre sonra karşı tarafın sert tepkisiyle karşılaşabilir. Ve bu tür tepkilerin, kanunlar ile, ancak sınır taşlarının savaşları engellediği ölçüde engellenebileceği gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Toplumsal gerçekliği kanunlar değil, toplumsal güçler şekillendirir. Sağlıklı bir demokrasinin yerleşmesi için toplumsal güçlerin işbirliği şarttır. Ve demokrasi toplumumuz için acil bir ihtiyaçtır.”[61]

Bu satırların yazılmasından 6 yıl sonra sözde militerleşme süreci olan 28 Şubat yaşanmıştır. Bugün ise sözde “sivilleşme ve ileri demokratikleşme” adı altında ve 28 Şubat’ın intikamı niteliğini de taşıyan bir başka süreç, dış dinamiklerin TSK’yı yeniden yapılandırması ihtiyacı çerçevesinde yaşanmaktadır. O gün 28 Şubat’ı destekleyenler, bugün Ergenekon operasyonunu desteklemektedirler.

İntikam Süreçlerinin birbirini beslediği bir ülkeniz toplumsal barışa ulaşması imkânsızdır. 

Böyle bir ülkede sadece dönemsel galipler olur. Ve çoğu kez dönemsel galipleri iç dinamiklerin kendi güçleri değil, dış dinamikler belirler. 





[1] Zaman, 3 Ağustos 2011, Ahmet Turan Alkan, “Ordular ve Ülkücüler
[2] Zaman, 23 Eylül 2008, Mümtazer Türköne, “Ergenekon soruşturmasında eksik olan ne?”
[3] Aktaran Cumhuriyet, 25 Eylül 2008, Gün Zileli, “Dünya Operasyonu”
[4]Milliyet, 24 Ekim 2008, Hasan Cemal, “Ergenekon Davası, hukuk ve demokrasi sınavı”;
[5]Hürriyet, 11 Ocak 2009, Ahmet Hakan, “İster İnan İster İnanma” A. Hakan, Prof. Dr. Dağı'nın NTV'de Yazı İşleri programında yaptığı konuşmayı nakletmektedir.
[6]Zaman, 13 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Rus yanlısı darbe ve Ergenekon”
[7]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[8]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[9]Taraf, 14 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ordunun Ergenekon'u tasfiye çabası”  
[10]Zaman, 23 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Ergenekon'un Amerikancısı yok mu?”
[11]Taraf, 28 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ergenekon, nekonlar ve Obama”
[12]Star, 16 Ocak 2009, Eser Karakaş, “Obama, Ergenekon, AK Parti”
[13]Taraf, 20 Nisan 2009, Neşe Düzel, “Bülent Orakoğlu:İtalya’da 1 numara cumhurbaşkanıydı”
[14]Zaman, 30 Haziran 2008, Ahmet H. Arslan, “ABD’den Darbecilere Yeni(lenen) Mesajlar”
[15]İhsan Dağı askerler Batı ile ilişkilere eleştirisel bakma hakkına sahiptirler demektedir..
[16]Metnin tercümesi için bkz. Aydınlık, 6 Nisan 2008, Sayı 1081, s. 40-41,“Türkiye’yi kaybettik. Bu Gerçeğe Alışalım”
[17]Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz ile ilgili olarak küçümsenmeyecek bir literatür oluşmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Türk siyasetçilerinin okuması gereken makalelerin başında Ian O. Lesser,“Turkey, the United States and the Delusion of Geopolitics” adlı makale gelmektedir. Survival, Vol. 48 no 3, Autumn 2006.

[18]Bu süreci inceleyen ilginç bir derleme için bkz. Morton Abromowitz, (ed.) Turkey's Transformation and American Policy, A Century Foundation Book, New    York 2000
[19]Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri,(1947-1964), Ankara Üniversitesi SBP Yayınları: No:427, Ankara 1979, s.232-26

[20] Bu konuda bkz. Faruk Sönmez, ABD'nin Türkiye Politikası, (1964-1980), Der Yayınları, İstanbul 1995, s.71-121

[21]Servet Cömert, Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, Mart 2000, s.xııı

[22]Deniz Kurmay Albay Dursun Turan ve Deniz Kurmay Albay Tayfun Uraz, “Türkiye-ABD İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını” Türk Harb Akademileri Yayını İstanbul 1994, s.75-77.
[23]Yeniçağ, 20 Ocak 2009, “TSK'yı bölmek istiyorlar tespiti”
[24]Michael Robert Hickok: “Hegemon Rising:The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization”, Parameters, Sommer 2000, http://carliste-www.army.mil/usawc/parameters/00summer/hickok.htm.

[25]Hickok, M. R. a.g.e., s.71. Makalede savunulan temel görüşler burada önemine binaen ayrıntılı olarak özetlenecektir.

[26]a.g.e., s.69.
[27]a.g.e., s.70-71.

[28]a.g.e., s.68.

[29]a.g.e., s.70.

[30]a.g.e., s.68.
[31]a.g.e., s.71.

[32]a.g.e., s.67.

[33]a.g.e., s.68.

[34]a.g.e., s.77.
[35]F. Stephan Larrabee ve Ian O.Lesser: Turkish Foreign Policy in an age of Uncertanity, RAND, 2002.

[36]a.g.e., s.1.

[37]a.g.e., s.6.

[38]a.g.e., s.157.

[39]Galina Schneider, Greek takes over Western Policy Center
[40]Bu makale internetten kaldırıldığı için Lale Sarıibrahimoğlu'nun Taraf  14 Ocak 2009, “Ergenekon'da ABD ile uzlaşı oldu mu?” ve Milliyet, 1 Kasım 20002, Yasemin Çongar, “ABD, Özkök'ü sevdi” başlıklı yazılarından özetlenmiştir
[41] Belgeden aktaran Milliyet, 5 Ağustos 2011, Malih Aşık, “ABD ve TSK

[42]1 Mart öncesi ve sonrası için bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yayınları, İstanbul 2004 ve Murat Yetkin, Tezkere-Irak Krizinin Gerçek Öyküsü, Remzi Yayınevi, İstanbul

[43]Şanlı Bahadır Koç, “Çirkin Amerikalı ile Güven Bunalımı”, Stratejik Analiz, Ağustos 2003; Washington'da bazı kaynaklar, bu operasyona karşı olan Pentagon yetkililerinin Türk özel kuvvetlerinin direnmesi sonunda iki taraftan da çok insan kaybı olacağını, bunun neticesinde Wolfowitz başta olmak üzere bazı yeni muhafazakar yetkililerin görevden alınacağı umudu içinde olduklarını ileri sürmektedirler.

[44]Hasan Böğün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu-12 Eylül 1980'den Çuval Olayına, Kaynak Yayınları, Ankara 2007, s. 20
[45]Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin, TSK’ya Karşı 12 Komplo, Togan Yayınları, İstanbul 2011, s. 70
[46] Age, s.70
[47] Age, s.71
[48] Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri (1947-1964), AÜSBF Yayınları, Ankara 1979, s.39
[49] Burada anlatılan tarihi süreç için bkz. Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri, İkinci Baskı, Bilgeoğuz Kitapevi, İstanbul 2006
[50][50] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İkinci Baskı,  İstanbul  2004, s. 23
[51]Bu konuda bkz. Ariel Cohen, “ABD'nin Karadeniz Politikası”, 21. Yüz Yıl, Üç Aylık Dergi, Ocak-Şubat-Mart 2007, Sayı 1, s.189-210
[52]1991-2003 arasındaki Türk-Rus ekonomik ilişkileri için bkz. Cihangir Gürkan Şen, “Türk-Rus İlişkileri:Mevcut Durum, Sorunlar ve Perspektifler”, Stradigma, aylık strateji ve analiz dergisi, Ağustos 2003, Sayı 7

[53]Yeniçağ, 30 Ocak 2009, Arslan Bulut, “NATO kafalara: Tayyip Erdoğan Rusçu, Putin de Ergenekoncu mu?” Richard Holbrooke, Washington Post'da yaptığı değerlendirmede “Rusya, bizim çok kritik bir müttefikimiz olan Türkiye'nin sempatisini kazanmak ve Türkiye ile yeni ve özel bir ilişki kurabilmek için önemli bir atak başlatmıştır” demiştir. İlyas Kamalov, “Türkiye'de Rusya Yılı ve Türk-Rus İlişkileri” asam.org.tr, 20 Mart 2007

[54]Yeniçağ, 16 Şubat 2009, Arslan Bulut, “Gül’e Tebrikler; Dolar’ın Yerine Ruble ve TL Dünyayı Sarsar”

[55]Milliyet, 17 Şubat 2009, Sami Kohen, “Güçlü Ortaklık Ne Demek?”

[56]Radikal, 21 Ocak 2009, Nejat Eslen, “Ergekon neyin nesi?
[57]A National Security Strategy for A New Century
[58]Türk Ordusu'nu Rusçu kliklerle suçlayanların Genelkurmay Başkanlığı SAREM uzmanı Dr. Hv. Kdm.. Bnb. Kutay Karaca'nın yazdığı “Şanghay İş Birliği Örgütü ve Türkiye'nin Örgüte Yaklaşımı” başlıklı makaleyi okuması faydalı olacaktır. Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ocak 2008, Sayı 396, s.28-39

[59]Milliyet, 24 Ocak 2009, Fikret Bila, “Kıvrıkoğlu: Yüzümüz Batı'ya dönüktür”
[60] Taraf, 8 Ağustos 2011, Mehmet Baransu, “TSK yeniden yapılandırılacak
[61] Ümit Özdağ, Ordu-Siyaset İlişkisi, (Atatürk ve İnönü Dönemleri, Birinci baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara 1991, s.178
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/08/06/7147/ergenekon-davasi-ve-turk-ordusu


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder